Tıp Fakültesi Tez Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe Ani işitme kaybı görülen hastalarda tedavi öncesi ve sonrası serum SCUBE-1 düzeyinin değerlendirilmesi(Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi, 2023) Korucu, Ece Çaylak; Ersözlü, TolgaAni işitme kaybı; üç gün veya daha kısa sürede meydana gelen, ardışık en az üç frekansta, ortalama 30 dB veya daha fazla olan, sensörinöral işitme kaybıdır. Yıllık insidansı ortalama 5-20/100000'dir, en sık 30-60 yaşları arasında görülür. Etiyopatogenezinde enfeksiyonlar, vasküler patolojiler, iskemiye oldukça duyarlı olan kokleanın hipoperfüzyonu, otoimmünite ve intrakoklear membran rüptürü gibi çeşitli patolojilerin olduğu düşünülse de %80-90 idiyopatik görülmektedir. Erken teşhis ve tedavi oldukça önemlidir. SCUBE-1 (Sinyal peptidi-CUB-Epidermal büyüme faktörü benzeri alan içeren protein1); trombositler ve endotelyal hücrelerde bulunan, hipoksi, iskemi, endotel disfonksiyonu, oksidatif stres, vasküler hasar, inflamatuar ve trombotik durumlarla ilişkili olduğu saptanan bir hücre yüzey proteinidir. SCUBE-1'in trombosit adezyon molekülü olarak değerlendirilebileceği, akut iskemik olaylarda biyomarker olarak kullanılabileceği birçok çalışmada gösterilmiştir. Çalışmamızda ani işitme kaybının patofizyolojisini düşünerek, literatürde henüz araştırılmayan ani işitme kaybı ve SCUBE-1 ilişkisini araştırmayı amaçladık. Ani işitme kaybı tanılı 30 hasta ve 30 sağlıklı kişiyle yapılan bu kesitsel çalışmada katılımcıların demografik ve klinik özellikleri belirlendi. Hasta (tedavi öncesi, sonrası) ve kontrol grubundan kan örnekleri alınıp serum SCUBE-1 konsantrasyonları ölçüldü. Verilerin istatistiksel analizi yapılarak ani işitme kaybıyla SCUBE-1 ilişkisi değerlendirildi. Hastaların tedavi öncesi ölçülen serum SCUBE-1 değerleri, kontrol grubunun SCUBE-1 değerlerine göre daha yüksek; hastaların tedavi sonrası SCUBE-1 değerleri ise hem hastaların tedavi öncesi SCUBE-1 değerlerinden hem de kontrol grubunun SCUBE-1 değerlerinden daha düşük saptanmış; fakat istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunamamıştır. Çalışmamız ani işitme kaybı hastalarında ve otoloji alanında serum SCUBE-1 düzeylerinin araştırıldığı ilk çalışmadır. Ani işitme kaybıyla serum SCUBE-1 düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptayamasak da sonuçlarımızın gelecekteki çalışmalara yol göstereceğini düşünmekteyiz.Öğe Yenidoğan sepsisi tanisinda trombosit sayisi ve ortalama trombosit hacmi değerlerinin önemi(Namık Kemal Üniversitesi, 2020) Çav, Furkan; Nalbantoğlu, AyşinYaşamın ilk ayını kapsayan yenidoğan dönemindeki erken ve geç başlangıçlı sepsis çeşitli etken mikroorganizmaların etiyolojide yer aldığı sistemik bir hastalıktır. Mortalitesi ve morbiditesi yüksek olan yenidoğan sepsisinin erken tanısı ve etkin kapsamlı tedavi planlaması önemlidir. Hastanemizin yenidoğan yoğun bakım ünitesinde yatan erken ve geç sepsisli yenidoğan olgularında ve sağlıklı kontrol gruplarında öncelikle trombosit ve ortalama trombosit hacmi değerlerinin hangi düzeylerde olduğunu, bu belirteçlerin tanısal süreçteki önemini belirlemeyi ve diğer enfeksiyon belirteçleriyle aralarındaki etkinliği karşılaştırmayı hedefledik. Çalışmamız Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Uygulama ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesi'nde Ocak 2016 – Şubat 2017 tarihleri arasında sepsis tanılı 105 olgu ve 75 sağlıklı olgu üzerinde retrospektif olarak yapıldı. Gebelik haftasına göre 38 ve 42 doğum haftası aralığında, doğum ağırlığı 2500 gramın üzerinde tartılan, klinik olarak yenidoğan sepsisi bulguları ve semptomları ve kan kültüründe üreme olan, laboratuvar bulgularında hematolojik ve biyokimyasal belirteçleri enfeksiyon lehine tespit edilen olgular çalışmaya dahil edildi. Sepsis grubundaki olguların antibiyoterapiye başlamadan önce ve kontrol grubundaki olguların 1. gün ve 5. gün lökosit, hemoglobin, mutlak nötrofil sayısı, immatür / total nötrofil oranı, trombosit ve ortalama trombosit hacmi, c-reaktif protein değerlerine bakıldı. Tüm olguların demografik verileri karşılaştırıldı. Cinsiyete, doğum haftasına, doğum ağırlığına ve doğum şekline göre olgular arasında anlamlı bir fark bulunamadı. Yenidoğan sepsisi tanısında c-reaktif protein, lökosit, immatür / total nötrofil oranı, trombosit ve ortalama trombosit hacmi belirteçlerinin belirleyici olduğu saptandı. Ortalama trombosit hacmi değerinin yenidoğan sepsisi tanısında özellikle c-reaktif protein ile birlikte pozitif korele olduğu tespit edildi.Öğe Kanser hastalarında psikolojik yardım alma tutumunun üstbiliş ve bütünlük duygusu ile ilişkisi ve bu değişkenlerin tedavi uyumuna etkisi(Namık Kemal Üniversitesi, 2020) Orman, Mehmet; Beyazyüz, ElmasKanser, yaşıyor olduğumuz yüzyılın en önemli halk sağlığı sorunlarından biridir. Kronik bir süreç olması sebebiyle eşlik eden psikiyatrik sorunlar ve tedavi uyuncu takipte oldukça büyük önem arz etmektedir. Üstbiliş temel olarak kişinin bilişsel süreçleri hakkındaki farkındalığı olarak nitelendirilirken bütünlük duygusu ise bireyin karşılaştığı zorluğa içsel kaynaklarıyla cevap verme kabiliyetinin bir tarafı sağlıklılık bir tarafı sağlıksızlık olan skalada yer tuttuğu nokta olarak belirlenir. Bu çalışmamız ile kanser hastalarında üstbilişsel süreçlerin düzeyini belirlemek, sağlıklılık halinin sürdürülmesinde önemli rolü olan bütünlük duygusunu ölçmek, üstbiliş ve bütünlük değişkenlerinin kanser hastalarında tedavi uyumuna etkisini ve psikolojik yardım almaya ilişkin tutum ile ilişkisini ortaya koymak hedeflenmiştir. Çeşitli kanser tanıları almış, 18-65 yaş aralığında, yargılama ve muhakemeyi bozabilecek herhangi bir klinik duruma sahip olmayan, gönüllü 100 hasta çalışmanın örneklemini oluşturmaktadır. Hastalara Sosyodemografik Veri Formu, Üstbiliş Ölçeği - 30, Bütünlük Duygusu Ölçeği - 13, Psikolojik Yardım Almaya İlişkin Tutum Ölçeği – Kısa Form ve Modifiye Morisky Tedaviye Uyum Ölçeği – 6 uygulanmıştır. Kanser hastalarında üstbiliş istatistiksel anlamlı olmasa da artma eğilimi göstermiştir. Hastaların üstbiliş durumları ve psikolojik yardım almaya ilişkin tutumları hastalık eğitimi alan hastalarda almayanlara göre istatistiksel anlamlı olarak artmış olup hastalık eğitiminin rutin klinik uygulamaya girmesi oldukça büyük önem taşımaktadır. Psikolojik yardım almaya ilişkin tutum, yaş ve zorlu bir yaşam olayı tecrübesiyle anlamlı olarak değişmektedir. Tedavi uyumu erkek cinsiyette istatistiksel anlamlı olarak kadın cinsiyete göre daha yüksek bulunmuştur. Üstbiliş arttıkça bütünlük duygusu anlaşılabilirlik alt boyutu istatistiksel anlamlı olarak azalırken yönetilebilirlik alt boyutu artmaktadır.Öğe Psöriatik artrit hastalarında kan sklerostin seviyelerinin hastalık aktivitesi ile periferik ve aksiyel iskelet tutulumuna dair subgrupların incelenmesi(Namık Kemal Üniversitesi, 2020) Nayimoğlu, Mehmet; Sarıfakıoğlu, Ayşe BanuAmaç: Psöriatik artrit, spondiloartropatiler grubunda yer alan inflamatuvar bir romatizmal hastalıktır. Eklemlerde meydana gelen hasarın patogenezi, kemik erozyonu ve yeni kemik oluşumu döngüsü şeklindedir. Sklerostin molekülü, bu döngü içerisinde yer almakta ve kemik yapımıyla ilişkili olduğu bilinmektedir. Bu molekül, çeşitli romatizmal hastalıklarda çalışılmış ve hastalık ile ilişkisi araştırılmıştır. Ancak PsA hastalarında, tutulum bölgelerine göre elimizde herhangi bir veri yoktur. Bu çalışmada PsA hastalarında, sklerostinin hastalık, hastalık aktivitesi ve tutulum bölgesi ile olan ilişkisi değerlendirilmektedir. Gereç ve Yöntem: CASPAR kriterlerine göre PsA tanısı almış 57 hasta ve 27 sağlıklı kontrol çalışmaya dahil edildi. Hastalık aktivitesini değerlendirmek için CRP, ESH, BASDAI, DAS28-CRP skorları kullanıldı. Ayrıca yaşam kalitesi ve genel sağlık değerlendirmesi için SF-36 ve Nottingham Sağlık Profili kullanıldı. Bulgular Çalışmamıza 57 PsA hastası [46.16 (20-67) yıl], ve 27 sağlıklı kontrol [47.48 (21-70) yıl] alındı. Hastaların cinsiyet dağılımı, PsA hastalarında 20 erkek (%35) ve 37 kadın (%65) ve kontrol grubunda ise 8 erkek (%30) ve 19 kadın (%70) idi. Hasta grubunda, hastalık süresi 6 (0-40) yıldı. Yaş, cinsiyet dağılımı ve vücut kitle indeksi gruplar arasında benzerdi. Sklerostin seviyeleri toplam hasta grubunda, sağlıklı kontrollere göre anlamlı düşüktü (p<0.05). Alt gruplarda da sklerostin düzeyleri, kontrol grubuna göre anlamlı düşük bulundu (p<0.05). Diğer taraftan sklerostin düzeyleri açısından, PsA alt grupları arasında anlamlı fark tespit edilemedi (p>0.05). Sklerostin ile CRP, ESH, DAS28-CRP, BASDAI ve BASFI arasında negatif korelasyon tespit edildi (p<0.05, -0.1, -0.02, -0.17, -0.16 ve -0.07 sırasıyla). Sonuç: Çalışmamızda sklerostin düzeyi, PsA hastalarında sağlıklı kontrollere göre anlamlı düşük tespit edildi. Bu durum hastalık patogenezinde özellikle de yeni kemik oluşumu ve entezopati etyopatogenezinde sklerostinin yer alabileceğini düşündürtmektedir. Ek olarak bu molekülün, akut faz ve hastalık aktivite ölçekleri ile negatif korelasyonu, aktif hastalıkta yeni kemik ve entezit gelişim riskinin daha fazla olabileceğini göstermektedir.Öğe Mamografik meme parankim yoğunluğu ve kemik mineral yoğunluğunun meme kanseri risk faktörü açısından değerlendirilmesi(Namık Kemal Üniversitesi, 2020) Aktürk, Sinan; Kurtoğlu Özçağlayan, Tuğba İlkemMeme kanseri kadınlarda kanser ilişkili mortalitenin en sık nedeni olarak bildirilmektedir. Bununla birlikte hem tanı hem de tedavisinde daha iyi yöntemlerin ve tedavi yaklaşımlarının uygulanması sayesinde mortalite oranlarında son dönemlerde düşüş gözlenmektedir. Biz bu çalışmada meme kanseri taramasında en yaygın kullanılan yöntem olan mamografinin, avantaj ve dezavantajları üzerinde durarak kemik mineral densitometre gibi alternatif test yöntemlerinin meme kanserini öngörmedeki rolünü araştırmayı amaçladık. Vaka-kontrol tasarımında yapılan bu çalışma, Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalında mamografi ve kemik mineral dansitometrisi yapılan meme kanseri tanısı almış 100 kadın ve kontrol grubu olarak ise mamografi ve kemik mineral dansitometrisi yapılan meme kanseri tanısı almamış olan 200 kadın ile yürütüldü. Katılımcıların sosyodemografik ve klinik özellikleri sorgulandı. Katılımcıların kalça kemik mineral yoğunluğu (K-KMY), omurga kemik mineral yoğunluğu (O-KMY) ve mamografik meme yoğunluğu ölçüm sonuçları kayıt edildi. Kadınların kalça KMY ortalaması 0,890±0,139 g/cm2, omurga KMY ortalaması ise 0,940±0,154 g/cm2 olarak saptanmıştır. Kadınların 48'inde (%16,0) mamografik meme parankim yoğunluğu Tip A, 118'inde (%39,3) Tip B, 111'inde (%37,0) Tip C ve 23'ünde (%7,7) Tip D olarak bulunmuştur. Vaka grubunda mamografik meme parankim yoğunluğu ile omurga KMY arasında istatistiksel olarak anlamlı, pozitif yönlü ve düşük düzeyde bir korelasyon vardır. Vaka ve kontrol grubu arasında omurga KMY ve mamografik meme parankim yoğunluğu açısından istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmıştır. Lojistik regresyon analizi sonucuna göre, mamografik meme parankim yoğunluğu ve omurga KMY meme kanseri gelişimi ile istatistiksel olarak ilişkili bulunmuştur.Öğe Morbid obez ve metabolik sendromlu çocuklarda yeni nesil enflamatuvar belirteçlerin değerlendirilmesi(Namık Kemal Üniversitesi, 2020) Erselcan, Sevgi Dilan; Donma, Mustafa MetinGünümüzde oldukça yaygın bir hastalık olarak nitelendirebileceğimiz obezite, her yaş grubunu ciddi ölçüde etkilemektedir. Günlük hayattaki yeme içme alışkanlıkları, aktivite, teknolojik etkilenmeler obezitenin yaygınlaşmasında önemli birer faktördür. Bununla beraber son dönemlerde artan enflamatuar hastalıklar ve obezite ilişkisi güncel olarak da araştırılmaktadır. Bizim çalışmamızda da obez, morbid obez, metabolik sendromlu morbid obez hasta grupları ile sağlıklı ve normal vücut kitle indeksli çocuklarda yeni nesil enflamatuar belirteçler arasındaki ilişki araştırılmıştır. Çalışmamızda toplam 172 çocuk çalışma kapsamına alındı. Dört grup oluşturuldu. Normal vücut kitle indeksine sahip çocuklar birinci grubu (kontrol grubu) (K) oluşturdu. Obez çocuklar üç gruba ayrıldı. Grup 2'de obez (O), Grup 3'te morbid obez (MO) ve Grup 4'te metabolik sendromlu morbid obez (MS) çocuklar yer aldı. Grupları oluşturan olgu sayıları Grup 1, Grup 2, Grup 3 ve Grup 4 için sırasıyla 37, 34, 51 ve 50 olarak belirlendi. Antropometrik ölçümler alındı. Periferik yolla alınan kanlarda, speksin, adropin, adipolin, FGF-21, fetuin-A düzeyleri ve obezite ile ilgili diğer parametreler ölçüldü. Speksin düzeyleri MS grubunda kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde düşük bulundu (p<0.05). Adipolin düzeyleri de MS, MO ve O gruplarında kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde düşük bulundu (p<0.05). Adropin düzeylerinde kontrol grubuyla diğer gruplar arasında anlamlı bir fark görülmedi. Ancak düzeylerin; MS, MO ve obez gruplarında kontrol grubuna göre daha düşük olduğu görüldü. FGF-21 düzeylerinde gruplar arasında anlamlı bir fark bulunmamasına rağmen, metabolik sendromlu morbid obez çocuklarda kontrol grubuna göre FGF-21 düzeyleri daha düşük saptandı. Fetuin-A düzeylerinde de kontrol grubu ve MS, MO ve obez grupları arasında anlamlı fark bulunmadı. Ancak MS grubunda kontrol grubuna göre fetuin-A düzeyleri daha yüksek bulundu. Bu çalışmanın bulguları speksin ve adipolin düzeylerindeki obezitenin giderek artan dereceleri ile uyumlu biçimde anlamlı azalmasının; ilerleyen zamanlarda obezitenin tanı, tedavi ve komplikasyonlarının belirlenmesinde yol gösterici olabileceği düşüncesini ortaya koymaktadır.Öğe Vücut geliştirme sporu yapanlarda mizaç ve karakter özellikleri(Namık Kemal Üniversitesi, 2020) Atçakarlar, Müge; Albayrak, YakupVücut Geliştirme sporu; önceden dizayn edilmiş bir programa bağlı kalarak belirli alet, düzenek veya makineler kullanmak suretiyle kasları ve vücut sistemlerini kuvvetlendirme ve geliştirmeye yarayan, bilimsel temellere dayalı bir spor dalıdır. Sağlık ve fitness sektörünün ortaya çıkması, medyada erkek bedeni üzerine olan vurgunun artması ile vücut geliştirme sporu her zamankinden daha yaygın hale gelmiştir. Literatürde, vücut geliştirme sporu yapanların kişilik özelliklerini araştıran çalışmaların sayısı oldukça kısıtlı olmakla birlikte, spor psikolojisi alanında yapılan çalışmalar kişiliğin bu alanda ayrıntılı bir şekilde ele alınması gerektiğini göstermektedir. Biz de çalışmamızda, vücut geliştirme sporu yapanların mizaç ve karakter özelliklerini inceleyip kontrol grubuna göre farklılık gösterip göstermediğini kanıtlayarak, spor psikolojisi alanına katkıda bulunmayı amaçladık. Çalışmanın örneklemini, 18-45 yaş arası, vücut geliştirme sporu ile uğraşan 42 gönüllü katılımcı ile kontrol grubu olarak fitness sporu ile uğraşan 42 gönüllü katılımcı oluşturmaktadır. Katılımcılara sosyodemografik veri formu ile Mizaç ve Karakter Envanteri uygulanmıştır. Grupların mizaç ve karakter boyutlarının karşılaştırılması sonucunda, Zarardan Kaçınma skorunun vücut geliştirme grubunda daha yüksek olduğu bulunurken, diğer mizaç ve karakter boyutları açısından gruplar benzer olarak bulunmuştur. Vücut geliştirme grubu kendi içinde profesyonel ve retraksiyonel gruplar olarak sınıflandırılmış; profesyonel grupta Sebat Etme skorunun daha yüksek olduğu, ilişki analizinde ise yapılan özel diyet ile zarardan kaçınma arasında anlamlı bir ilişki olduğu bulunmuştur. Çalışmamız, literatürde Mizaç ve Karakter Envanteri ile vücut geliştiricilerin kişiliklerini inceleyen ilk araştırmadır; daha geniş örneklem grupları ile yapılacak ileri çalışmalara ihtiyaç olduğu düşünülmektedir.Öğe Multipl skleroz hastalarında sosyal kognisyon parametrelerinin değerlendirilmesi(Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi, 2023) Karakoyun Alpay, Tuba; Ünal, AysunMultipl skleroz (MS), genç yetişkinleri etkileyen, kronik, immün aracılı bir hastalıktır ve travmaya bağlı olmayan engelliliğin önemli sebeplerindendir. MS hastalığında kognitif işlevler üzerine yapılan araştırmalara son yirmi yıl içerisinde odaklanılmıştır, sosyal kognisyona olan ilgi ise çok daha yenidir. MS'te sosyal kognitif eksikliklerin diğer nörokognitif bozukluklarla karşılaştırılabilir büyüklükte olduğu bildirilmiştir. Bu çalışmada Relapsing Remitting Multipl Skleroz (RRMS) tanılı bireylerde sosyal kognisyon yetisinin değerlendirilmesi ve klinik seyir özellikleri ile ilişkisinin araştırılması amaçlanmaktadır. Çalışmaya demiyelinizan hastalıklar polikliniğinde RRMS tanısı ile takip edilen Genişletilmiş Özürlülük Durum Ölçeği (EDSS) 4'ün altında olan 79 hasta ve 42 sağlıklı kontrol dahil edildi. Gruplar yaş, cinsiyet, eğitim durumu açısından benzerdi. Depresif duygu-durumda olan bireyler her iki grupta da çalışmadan dışlandı. Gruplara yüz yüze Sosyo-demografik ve Klinik Veri Formu, Sembol Sayı Modaliteleri Testi (SDMT), Benton Yüz Tanıma Testi (BFRT), Gözlerden Zihin Okuma Testi (GZOT), Dokuz Eylül Zihin Kuramı Ölçeği (DEZİKÖ), İki Yönlü Sosyal Destek Skalası (2TWSS) uygulandı. RRMS grubuna ayrıca Zamanlı 25 Adım Yürüme Testi (T25FW) ve Dokuz Delikli PEG Testi (9-DPT) yapıldı. RRMS grubu sağlıklı kontrollere kıyasla daha kötü kognitif ve sosyal kognitif performans sergiledi. Ayrıca RRMS grubunun sosyal destek algısının kontrollere kıyasla daha düşük olduğu saptandı. Kognitif ve sosyal kognitif işlevler her iki grupta da eğitim ile pozitif korelasyon gösterdi. Yaş sadece RRMS grubunda kognitif ve sosyal kognitif işlevlerle negatif korelasyon gösterdi. Her iki grupta da sosyal kognitif performans ve SDMT anlamlı korele bulundu. Sosyal kognisyonun prediktörleri regresyon analizlerinde SDMT, eğitim ve tanı yaşı idi. Çalışma durumu, medeni durum, sigara, alkol gibi alışkanlıklar, egzersiz durumu gibi sosyodemografik veriler ile sosyal kognitif etkilenme arasında bir ilişki izlenmedi. Elde ettiğimiz bulgular engelliliği düşük depresif olmayan RRMS'li bireylerde sosyal kognitif yeteneklerde bozulmalar olduğunu, bu bozulmaların özellikle eğitim, genel kognitif performans ve tanı yaşından etkilendiğini göstermektedir. MS'li bireyler değerlendirilirken sosyal kognitif bozukluğun göz ardı edilmemesi için klinisyenler arasında farkındalığa ihtiyaç vardır. Uygun bireylerin sosyal kognitif rehabilitasyonlara yönlendirilmesi bireyin iş, aile ve sosyal yaşamı olumlu etkileyecek ve bu bireylerin yaşam kalitesini arttıracaktır.Öğe Obez çocuk ve adölesanlarda serum melatonin düzeyinin metabolik ve antropometrik parametreler ile olan ilişkisi(Namık Kemal Üniversitesi, 2020) Kulen, Müşerref; Samancı, NedimGünümüzde en çok rastlanılan ve hızlı bir biçimde artış gösteren sağlık sorunlarından biri de obezitedir. Ülkemizde de obezitenin görülme sıklığı giderek artmaktadır . Obezite, enerji alımının ve harcamanın dengesizliğinin bir sonucu olmasına rağmen obezitenin oluşmasına katkıda bulunan başka faktörler de yer almaktadır. Bu çalışmada serum melatonin düzeyinin antropometrik ve metabolik değerlerle korelasyonun araştırlması amaçlanmıştır. Bu çalışmaya obezite tanısı alan 60 hasta ve 30 sağlıklı kontrol grubu dahil edildi. Obez adölesanlarda vücut ağırlığı, vücut ağırlığı-standart sapma, boy, boy-standart sapma, vücut kitle indeksi, vücut kitle indeksi-standart sapma, bel kalça oranı, sistolik tansiyon, diyastolik tansiyon, glukoz, insulin, total kolesterol, yüksek dansiteli lipoprotein, düşük dansiteli lipoprotein, trigliserid, aspartat aminotransferaz, alanin aminotransferaz, insulin direnci gibi parametlerle melatonin korelasyonu bakılması hedeflendi. Ayrıca her iki grub karaciğer yağlanması açısından ultrasonografik görüntüleme ile değerlendirildi. Çalışmamızda tüm obezlerin %35'inde hipertansiyon, %18'inde alkole bağlı olmayan karaciğer hastalığı, %75'inde dislipidemi, %42'inde metabolik sendrom, % 38'inde glükoz metobolizma bozukluğu, %97'inde insulin direnci, %18'inde hepatosteatoz tespit edilmiştir. Çalışmamızda obez ve sağlıklı grup arasındakı melatonin sonuçları istatistiksel olarak anlamlı değildi. Fakat alkole bağlı olmayan karaciğer yağlanması olan grubun melatonin düzeyi yüksek tespit edildi (p<0,05). Sonuç olarak, çalışmamızda obez hasta grubu ile normal sağlıklı çocuklar karşılaştırıldığında serum melatonin düzeyleri açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamadı. Obez çocuklarda yapılan melatonin düzeylerinin değerlendirildiği bir çalışma bulunmamaktadır. Erişkin dönemde yapılan çalışma sayısı oldukca azdır. Bu çalışmalarda obezite ve melatonin ilişkisini açıklamak için öne sürülen açıklamalar hasta gruplarının sayısının az olması nedenile sonuçların güvenilirliğini yetersiz kılmaktadır. Bu nedenle obezite ve melatonin düzeyleri arasındaki ilişkinin ortaya koyulması ve metabolik parametreler ile korelasyonunun değerlendirilmesi için daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.Öğe Obstruktif uyku apne sendromu ile D vitamini ilişkisi(Namık Kemal Üniversitesi, 2020) Bozkurt, Volkan; Altıntaş, NejatObstrüktif uyku apne sendromu; uyku sırasında tekrarlayan tam (apne) veya parsiyel (hipopne) üst solunum yolu obstruksiyonu epizodları ve sıklıkla kan oksijen saturasyonunda azalma ve gündüz aşırı uyku hali ile karakterli bir sendromdur. Orta yaş grubu kadınlarda %9, erkeklerde %24 oranıyla oldukça sık görülen bir hastalıktır. Uyku bozuklukları tanısı için altın standart yöntem polisomnografidir. Tekrarlayan apneler ve arousallar sonucu ortaya çıkan fizyopatolojik değişiklikler başta kardiyovasküler hastalıklar olmak üzere pulmoner, endokrin, metabolik ve nörolojik hastalıkların gelişimine neden olmaktadır. D vitamini ve metabolitleri kalsiyum dengesi ve kemik metabolizması üzerinde önemli klinik role sahiptir. D vitamini eksikliğinde raşitizm, osteoporoz ve kırık riski artmaktadır. D vitaminin kemik mineral metabolizması dışında birçok hücre fonksiyonunu düzenlemede rolü mevcuttur. D vitamini iskelet sistemi dışında; pankreas, immun sistem, makrofajlar, vasküler endotel, mide, epidermis, kolon ve plasenta gibi birçok dokuda D vitamini reseptörleri ve 1α-hidroksilaz enziminin varlığının gösterilmesiyle, D vitaminin iskelet sistemi dışında da etkilerinin olduğu ortaya çıkarılmıştır. Obstrüktif uyku apne sendromu ile D vitamini arasındaki ilişki henüz aydınlatılamayan konulardan biridir. D vitamini ve obstruktif uyku apne sendromu arasındaki ilişki karmaşık patogenetik mekanizmalar aracılık eder ve birçok faktörden etkilenir. Bu çalışmada plazma 25(OH) D vitamini düzeyi ile obstruktif uyku apne sendromu tanılı hastaların hastalık ciddiyeti ((Apne hipopne indeksi) ve uyku boyunca solunumsal parametrelere göre tanımlanmış ) arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçladık. Çalışmamızda çalışma grubu ile kontrol grubu istatiksel açısından değerlendirildiğinde gruplar arasında anlamlı fark olmadığını tespit ettik. Ancak bu konuda daha iyi düzenlenmiş, daha fazla hastanın dahil edildiği çalışmalara ihtiyaç olduğunu düşünmekteyizÖğe Nontravmatik alt ekstremite amputasyonlarının retrospektif incelenmesi(Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi, 2024) Erdoğan, Fatih; Dinçel, Yaşar MahsutAmputasyon sonrası komplikasyonlar, amputasyon cerrahisinin yanı sıra amputasyon sonrası bakım ve rehabilitasyon sürecinde ortaya çıkabilen sorunları ifade eder. Reamputasyon, daha önce ampute edilen bir uzvun, amputasyon sonrası tekrar cerrahi olarak kesilerek çıkarılması işlemidir. İlk amputasyon sonrası yara iyileşme sorunları veya enfeksiyonlar, ampute edilen bölgenin yetersiz dolaşımı sonucu kötü yara iyileşmesi reamputasyon gerekliliğinin en sık nedenidir. Çalışmamızda kliniğimizde 2010-2023 yılları arasında travma dışı nedenlerle alt ekstremite ampütasyonu yapılan hastaların yaş, cinsiyet, taraf, etiyoloji, amputasyon seviyesi, hastane yatış gün sayısı, kardiyovasküler girişim öyküsü, hemogram, biyokimya, seroloji parametreleri, tekrarlayan cerrahi işlem gereken hastalara uygulanan cerrahi işlem sayısıve tekniği retrospektif olarak incelenmesi amaçlanmıştır. Bu veriler doğrultusunda amputasyon cerrahisi sonrasında hastaların reamputasyona gidebileceğini öngörebilecek faktörlerin incelenmesi amaçlandı. Tekrarlayan amputasyon cerrahilerinde incelenen parametrelerdeki değişimler analiz edildi. Amputasyon cerrahisi için optimal verilerin araştırılması hedeflendi. Kliniğimizde 01/01/2013-01/01/2023 tarihleri arasında travma dışı nedenlerle, periferik arter hastalığı ve/veya mikrovasküler bozukluk nedeniyle, alt ekstremite ampütasyon cerrahisi uygulanan 314 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalara ait ameliyat raporları, görüntüleme yöntemleri, anamnez bilgileri, laboratuvar sonuçları retrospektif olarak incelendi. Tekerrür eden ampütasyon cerrahilerinde, her cerrahi öncesi artan veya azalan parametreyi elde edebilmek için, hastaların her ampütasyon cerrahisi öncesi verileri elde edildi. İlk ampütasyon ameliyatı sonrası komplikasyonsuz şekilde iyileşen 203 hasta kontrol grubu olarak gruplandırıldı (Grup1). Birinci ampütasyon cerrahisi sonrası gelişen komplikasyonlar nedeniyle birden fazla ampütasyon cerrahisi geçiren hastaları ayrı çalışma grupları olarak ele alındı. Tekerrür cerrahiler geçiren hastaların ilk ampütasyon cerrahisi öncesi veriler analiz edildi ve bu gruba 111 hasta dahil edilerek ikinci grup olarak adlandırıldı (Grup 2). İlk ampütasyon cerrahisi sonrası gelişen komplikasyonlar nedeniyle ikinci reampütasyon cerrahisi (ipsilateral üçüncü ampütasyon cerrahisi) geçiren 104 hasta grup3 olarak adlandırıldı (Grup 3). İlk ampütasyon cerrahisi sonrası gelişen komplikasyonlar nedeniyle üçüncü reampütasyon cerrahisi (ipsilateral dördüncü ampütasyon cerrahisi) geçiren 32 hasta grup4 olarak adlandırıldı (Grup 4). Ayrıca hastalar ampütasyon seviyelerine göre de gruplandırılarak ampütasyon seviyesi seçiminin reamputasyon üzerine etkisi incelenmiştir.Çalışmamıza dahil edilen 314 amputasyon hastasının yaş ortalamasının 69,20±12,18 (yıl) olduğu, 234 hastanın (%74,5) erkek, 80 hastanın (%25,4) kadın olduğu belirlenmiştir. Çalışmamızda 450 ampütasyon cerrahisi içinde 127 sinde (%28,2) ampütasyon cerrahisi öncesinde revaskülarizasyon hedeflenerek periferik vasküler girişim (periferik anjiyoplasti/bypass) uygulandığı görülmüştür. Birinci ampütasyon cerrahisi sonrası gelişen komplikasyonlar nedeniyle birden fazla ampütasyon cerrahisi geçiren hastaların (Grup 2;111 hasta)oranı %35,3 olarak bulunmuştur. İlk ampütasyon cerrahisi sonrası gelişen komplikasyonlar nedeniyle üçüncü ampütasyon cerrahisi geçiren hastaların oranı %32,6 , ilk ampütasyon cerrahisi sonrası gelişen komplikasyonlar nedeniyle dördüncü amputasyon cerrahisi geçiren hastaların oranı %10,1 olarak bulunmuştur. İlk ampütasyon ameliyatı sonrası komplikasyonsuz şekilde iyileşen kontrol grubumuzdaki (Grup1) ampütasyon cerrahileri %48,8 oranında ayak bileğinin distaline (Grup A; parmak, mtp eklem dezartikülasyonu, transmetatarsal, lischfrank, chopart, %34,5 oranında transtibial (GrupB), %16,7 oranında dizüstü (Grup C) seviyesinde uygulanmıştır. Birinci ampütasyon cerrahisi sonrası gelişen komplikasyonlar nedeniyle birden fazla ampütasyon cerrahisi geçiren hastaları içeren grupta (Grup2) %52,3 ayak bileğinin distali (Grup A) seviyesinde, %32,4 transtibial (GrupB) seviyede ,%15,3 dizüstü seviyede (Grup C) cerrahi uygulanmıştır. Çalışmamızda ilk ampütasyon ameliyatı sonrası komplikasyonsuz şekilde iyileşen grup (Grup1) ile birinci ampütasyon cerrahisi sonrası gelişen komplikasyonlar nedeniyle birden fazla ampütasyon cerrahisi geçiren hastaları içeren grup (Grup2) arasında Wbc, trombositler, sedimantasyon, C-reaktif protein, hematokrit, kreatinin değerleri arasında anlamlı bir fark görülmemiştir. Diyabetik ayak ve/veya periferik vasküler hastalık nedeniyle uygulanan alt eksremite ampütasyonları sonrasında yara iyileşme potansiyelini değerlendirilebilecek, reamputasyon riskinin tahmine yardımcı olabilecek, klinisyenlere ampütasyon seviyesi seçiminde karar verirken yardımcı olabilecek, ampütasyon hastalarına bireyselleştirilmiş tahmin modelleri oluşturulmasına yönelik çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. İyileşme başarısızlığı riskini tahmin etmek için kullanılan mevcut klinik algoritmaların sınırlamaları vardır ve karar vermede daha bireyselleştirilmiş bir yaklaşıma ve tahmine dayalı verilerin geliştirilmesi gerekmektedir.Öğe Epilepsi hastalarında bilişsel özelliklerin interiktal EEG bulguları ve nöbet sıklığı ile ilişkisinin araştırılması(Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi, 2024) Yalçın, Baturhan; Altunan, BengüEpilepsi, devamlılık gösteren nöbet geçirme eğilimi ve bunun sonucu olarak meydana gelen nörobiyolojik, bilişsel, psikolojik ve sosyal sonuçlarla karakterize bir beyin hastalığıdır. Epilepsi hastalarında kognisyon ve sosyal kognisyon alanlarında bozulmalar birçok çalışmada saptanmıştır. Bilişsel fonksiyonları etkileyen faktörlerle ilgili farklı sonuçlar elde edilen çalışmalar mevcut olup, bu çalışmada kognisyon ve sosyal kognisyon üzerinde, nöbet sıklığı ve interiktal EEG bulguları başlıca olmak üzere, hastalık ilişkili faktörlerin etkisinin araştırılması amaçlanmaktadır. Çalışmamıza Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Nöroloji Kliniği'nde takipli 61 epilepsi tanılı hasta ve 40 sağlıklı kontrol grubu katılımcısı dahil edilmiştir. Gruplar arasında yaş, cinsiyet, eğitim durumu açısından fark gözlenmemiştir. Beck Depresyon Ölçeği'nde depresif duygudurum saptanan bireyler her iki gruba da dahil edilmemiştir. Katılımcılardan bilgilendirilmiş onam formu alındıktan sonra, öncelikle sosyo-demografik bilgiler ve hastalıkla ilgili bilgiler alınmıştır. Ardından hastalara Addenbrooke Kognitif Değerlendirme Bataryası Gözden Geçirilmiş Versiyonu (ACE-R), Montreal Bilişsel Değerlendirme Ölçeği (MOCA), Sayı dizileri (Digit span) testi, Stroop Testi, Rey İşitsel Sözel Öğrenme Testi (RAVLT), Benton Yüz Tanıma Testi (BFRT), Gözlerden Zihin Okuma Testi (GZOT), Dokuz Eylül Zihin Kuramı Ölçeği (DEZİKÖ), Kişilerarası Tepkisellik İndeksi (IRI) ve Iowa Kumar Testi (IGT) uygulanmıştır. Epilepsi hasta grubunda, kognisyonu değerlendiren testlerden MOCA, ACE-R, RAVLT ve Digit span başarıları, sosyal kognisyonu değerlendiren testlerden BFRT, GZOT, DEZİKÖ, IGT başarıları kontrol grubuna kıyasla düşük saptanmıştır. Kognisyon ve sosyal kognisyon üzerine nöbet önleyici tedavi rejimi, son 1 ayda geçirilen nöbet varlığı ve EEG'de epileptik bulgu varlığının tek başına etkisi izlenmemiş olup, EEG bulgusu ile nöbet önleyici tedavi rejimi etkileşiminin anlamlı etkisi gözlenmiştir. Kognitif duruma ilişkin hastalık süresinin etkisi saptanmış olup, sosyal kognisyona ilişkin ise hastalık süresi ve MOCA skorunun etkili olduğu gözlenmiştir. Çalışmamızda da gözlendiği üzere, epilepsi hastaları kognisyon ve sosyal kognisyon açısından sağlıklı popülasyona kıyasla ciddi sorunlar yaşamaktadır ve bu durum günlük yaşamsal aktivitelerini etkilemektedir. Bu alanda yapılacak ve çözümlere ilişkin öneriler getirecek çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır.Öğe Septik artrit tanısında yüksek çözünürlüklü termal görüntülemenin yeri(Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi, 2024) Baran, Vedat; Sarı, AbdülkadirAmaç: Septik artrit, ortopedideki acil vakalardan olup teşhis edilmesi ve cerrahi operasyon kararı verilmesinde komplike bir süreç mevcuttur.Septik artrit için şüphe duyulduğu durumlarda septik artrit dışlanamadığı için artroskopik debridman uygulanmaktadır. Bu çalışmanın amacı septik ve nonseptik artrit ayrımında ısı değişimlerini yüksek çözünürlüklü termal kamera ile değerlendirmektir. Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmaya 2024 yılında artrit (septik veya nonseptik) ön tanısıyla 52 hasta dahil edildi. Septik artrit şüphesi olan dizdeki ısı artışı yüksek çözünürlüklü termal görüntüleme kullanılarak değerlendirildi ve karşı sağlam dizle karşılaştırıldı. Daha sonra tanıyı doğrulamak için eklem içi ponksiyon yöntemiyle kültür alındı.Bu çalışmaya alınan vakaların demografik özellikleri (yaş,cinsiyet,boy ve kilo), başvuru zamanı, başvuru şikayetleri(diz ağrısı, ısı artışı, eklem hareket kısıtlılığı, şişlik, kızarıklık), eklem aspirasyon sıvısının laboratuvarda değerlendirilmesi ve ameliyat bilgileri kaydedildi. Tüm bulgular ve sonuçlar Newman'ın septik artrit kriterlerine göre değerlendirilerek, septik-nonseptik olarak hasta grupları oluşturuldu. Bulgular: Septik artrit tanılı 16 hasta ve aseptik artritli 36 hastada termal ölçümler kullanılarak karşılaştırıldı. Ortalama ısı septik artritli grupta 37,36±0,48 °C iken aseptik artritli grupta 34,81±1,09 °C idi (p< 0,001). Her iki eklemdeki ortalama ısı farkı septik grupta 4,2°C iken, septik olmayan grupta 2 °C idi (p < 0,001). Septik artritli grupta ısı ortalaması 37,4 °C iken, nonseptik artritli grupta 34,9 °C olarak ölçüldü (p< 0,001). Sonuç: Septik artrit tanısında yüksek çözünürlüklü termal görüntüleme cihazları girişimsel olmayan bir tanı aracı olarak kullanılabilir. Lokal ısı artışını belirlemek için nicel bir değer elde edilebilir. Gelecek yıllardaki çalışmalarda septik artrite yönelik özel tasarlanmış ve daha komplike termal cihazlar geliştirilebilir.Öğe Kliniğimizde takibi yapılan serviks kanserlerinin yönetimi ve sonuçları(Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi, 2025) Kavaz, Sedef; Şentürk, MehmetbakiServiks kanseri dünyada en sık, Türkiye'de ise üçüncü en sık görülen jinekolojik malignitedir. Serviks kanserinde prognostik faktörler arasında; evre, histolojik tip, histolojik derece, tümör boyutu, derin stromal invazyon, lenfovasküler invazyon (LVSI), parametriyum tutulumu ve lenf nodu metastazı (LNM) yer alır. Ancak, hastalığın evresi en önemli prognostik faktördür. Çalışmamızda Haziran 2018 Mayıs 2023 tarihleri arasında Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum kliniğinde serviks kanseri tanısı alan 59 hastanın klinik dosyaları retrospektif olarak incelendi. Çalışmaya dahil edilme kriterlerine uygun olan hastaların dosyalarından uygulanan cerrahi prosedüredair veriler, klinikopatolojik bulgular, genel ve hastalıksız dönem sağ kalım bilgileri incelenmiş olup sağkalımı etkilediği bilinen evre,lenf nodu metaztazı,tümör markerları, ,tümörün histolojik tipi gibi prognostik faktörler değerlendirilmiştir. Ayrıca bu faktörlerin ve sağkalımın adjuvan ve neoadjuvan tedavi ile ilişkisi araştırılmıştır. Bu çalışmada 2018-2023 yılları arası kliniğimizde takibi ve tedavisi gerçekleştirilen serviks kanseri tanılı hastalar dahil edilmiştir.Hastalarımızda evre,pelvik ve paraaortik lenf modu tutulumu olması , ca19,9 yüksekliği,neoadjuvan kemoterapi,radyoterapi ve brakiterapi alan ve almayan hastaların sağkalım arasında istatistiksel anlamlı ilişki tespit edilmiştir.Tümör çapı,lenfovasküler inzvazyon,adjuvan kemoterapi adjuvan brakiterapi ve adjuvan radyoterapi tedavisi uygulanmasının sağkalım ve nüksle anlamlı ilişkisi saptanmamıştır.Öğe Ürodinamik incelemelerinde dolum fazında detrüsör aşırı aktivitesi ve boşaltım fazında işeyememe saptanan hastaların etyolojilerinin retrospektif incelenmesi(Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi, 2025) Şeramet, Serkan; Doğan, ÇağrıAMAÇ: Ürodinamik inceleme sırasında dolum fazında DAA ve boşaltım fazında işeyememe saptanması paradoksal bir durum olarak gözüküp nörojenik veya non-nörojenik etyolojik sebeplerden dolayı olabilir. Bizim çalışmamızda amaç bu duruma neden olabilecek patolojileri irdelemek ve özellikle nörolojik tanıları bulunan hastalarda bu duruma neden olabilecek faktörleri araştırmaktır. YÖNTEM: Çalışmamız için TNKÜ Üroloji ABD'ye başvuran ve 2010-2024 yılları arasında ürodinamik inceleme yapılan 4317 hastanın ürodinami verileri retrospektif olarak değerlendirildi. DAA + işeyememe saptanan 324 hasta dahil edildi. Bu hastaların nörolojik tanıları incelendi ve en sık görülen 5 nörolojik tanı belirlendi. Ardından bu tanılara sahip 1131 hastanın ürodinamik inceleme verileri incelendi. Hasta gruplarının demografik verileri ve ürodinamik inceleme verileri değerlendirildi. BULGULAR: DAA + işeyememe saptanan 324 hastanın verileri incelendiğinde, 234 hastanın nörojenik bir tanısının mevcut olduğu tespit edildi. Bu grupta en sık tanı SKH daha sonra sırasıyla SVO, MS, PH ve SB tespit edildi. SKH grubunda travmadan etkilenen spinal kord segmentine göre ürodinamik bulguların değiştiği tespit edilmiş, DAA + arefleksi birlikteliği daha sık olarak T6 vertebra seviyesinin altındaki yaralanmalarda tespit edilmiştir. SVO'nun hemorajik veya iskemik olmasının ürodinamik inceleme bulgularını etkilemediği tespit edilmiştir, ancak SVO'dan etkilenen lokasyon ile ürodinami bulgularının değişebileceği tespit edilmiştir. MS hastalarında ürodinamik inceleme bulguları oldukça değişken tespit edilmiştir. PH hastalarında DAA en sık rastlanan ürodinamik bulgu olarak tespit edilmiştir. SB hastalarında arefleksif detrüsör doğuştan itibaren görülmekte olup bu hastalarda erken dönemden itibaren TAK kullanımı ile üst üriner sistemin korunması sağlanabilir. SONUÇ: Nörojenik tanısı olan hasta gruplarının takibinde ürodinamik inceleme bulgularının zamanla değişebileceği gösterilmiştir. Hastaların etkilenen santral sinir sistemi lokasyonuna göre ürodinami bulguları değişkenlik gösterebilir.Öğe 6-18 yaş arası çocuğu olan ebeveynlerin human papilloma virüs aşısı hakkında bilgi, tutum ve davranış düzeylerinin belirlenmesi(Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi, 2025) Mert Karataş, Özge; Nalbantoğlu, BurçinAmaç: HPV aşısının 2006 yılı itibariyle kullanıldığı bölgelerde HPV ile ilişkili kanserlerde azalmalar sağlanmıştır. Çalışmamızda Namık Kemal Üniversite Hastanesi genel çocuk polikliniğine başvuran ve 6-18 yaş arası çocuğu bulunan ebeveynlerin HPV aşısı hakkında bilgi, tutum ve davranışlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi genel çocuk polikliniği birimine başvuran 6-18 yaş arasında olan 333 çocuğun ebeveynleri ile gerçekleştirilmiştir. Katılımcılara sosyodemografik verilerini sorgulayan, bilgilerine ve tutumlarına yönelik sorulardan oluşan anket uygulandı. Çalışmada elde edilen bulgular değerlendirilirken, istatistiksel analizler için SPSS 26 (Statistical Package for the Social Sciences) programı kullanıldı. Bulgular: Katılımcıların ebeveynlerinden %81,4'ü (n=271) annesi, %18,6'sı (n=62) babası anket sorularına yanıt vermiştir. Annelerin eğitim durumu incelendiğinde %31,5'i (n=105) üniversite ve %3,9'u (n=13) yüksek lisans-doktora mezunudur. Babaların eğitim durumu incelendiğinde %32,7'si (n=109) üniversite ve %3,1'i (n=10) yüksek lisans-doktora mezunudur. Gelir durumu incelendiğinde, katılımcıların %13,5'i (n=45) 10.300 TL veya altında, %48'i (n=160) 10.300-33.750 TL arasında, %38,4'ü (n=128) ise 33.750 TL üzerinde gelire sahiptir. Katılımcıların %16,8'inin çevresinde rahim ağzı kanseri tanısı alan birey bulunmaktaydı ve HPV aşısı hakkında bilgisi olduğunu ifade eden 122 kişi (%36,6) vardı. Verilen cevaplara göre aşı hakkında bilgi edinme kaynağı olarak en çok hekim, onu internet ve sosyal medya takip etmekteydi. Sadece 6 ebeveyn (%1,8) çocuğuna HPV aşısı yaptırmıştı. Aşı yaptırmama nedeni olarak aşı hakkında yeterli bilgi sahibi olmamak birinci sırada yer almaktaydı. %93,1 katılımcı HPV aşısının ulusal aşı takviminde yer alması gerektiğini, %89,8'i ulusal aşı takviminde yer alsa aşıyı çocuklarına yaptıracaklarını, %86,2'si ise aşıyı başkalarına önerebileceklerini söylediler. HPV aşısı hakkında bilgi sahibi olma ile ebeveyn eğitimi ve hane gelir düzeyi arasında anlamlı ilişki bulunmuştur. Çocuğu HPV aşısı ile aşılanan ebeveynlerin hane gelirleri arasında anlamlı ilişki bulunmuştur. Sonuç: Çalışmamıza katılan ebeveynlerin HPV enfeksiyonu ve HPV aşısı bilgi düzeyleri düşük saptanmıştır. Halkın bilgilendirilmesi için özellikle koruyucu sağlık hizmeti veren sağlık kurumlarına büyük sorumluluk düşmektedir. Aşının ulusal aşılama takviminde yer alması durumunda çocuklarına aşı yaptırmayı düşünen ebeveyn sayısı göz önüne alındığında diğer ülkelere yakın başarıların elde edilebilmesi için aşının ücretsiz olması ve koruyucu sağlık hizmeti veren hekimlerinin aşı ile ilgili bilgilendirme yapmasının çok önemli olduğu sonucunu ortaya koymuştur.Öğe Süperfisyal serebral venöz sistem ve anastomozlarındaki anatomik varyasyonların manyetik rezonans venografi ile incelenmesi(Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi, 2025) Suiçmez, Özlem; Sunal, Baran SerdarDural venöz sinüsler ve yüzeyel kortikal anastomotik venlerdeki venöz varyasyonların doğru tanımlanması, baş ve boyun cerrahilerinde potansiyel komplikasyonların önlenmesi ve girişimsel işlemlere kılavuzluk etmesi bakımından önem taşımaktadır. Bu çalışma, 2023-2024 yılları arasında Namık Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde, kontrastlı manyetik rezonans venografi kullanılarak 200 olgu, toplamda 400 hemisfer üzerinde gerçekleştirilmiştir. Çalışmaya, serebral patoloji veya cerrahi müdahale geçirmemiş, artefaktif görüntülere sahip olmayan, 18 yaş ve üzeri bireyler dahil edilmiştir. Sonuçlar, superior sagittal sinüsün en sık sağa deviye olduğunu ve ortalama deviasyonun 2,72±3,35 mm olduğunu, erkeklerde daha belirgin olduğunu göstermektedir. İnferior sagittal sinüs %12 oranında vizualize edilememiştir. Torkular herofili gruplarında en sık karşılaşılan tipin IIA1 olduğu belirlenmiştir. Kadınlarda split straight sinüs oranı erkeklere göre daha yüksek bulunmuştur. Split stright sinüs tip IIC ve IID torkular herofili tipiyle ilişkilendirilmiştir. Split superior sagittal sinüs varlığında ise tip IIC ve IIE torkular herofili tipi yüksek oranda gözlemlenmiştir. Transvers sinüslerde en sık kodominanslık, ikinci sırada ise sağ transvers sinüsün dominans olduğu tespit edilmiştir. Erkeklerde, sol dominans transvers sinüs ve sol dominans sigmoid sinüs oranları kadınlara kıyasla daha yüksek bulunmuştur. Oksipital sinüslerin, en sık sağ internal juguler vene drene olduğu tespit edilmiştir. Silvian venin %3 oranında izlenmeyebileceği saptanmıştır. Her iki hemisferde de Silvian venin sfenoparietal tipte drenajının daha sık olduğu tespit edilmiştir. 50-59 yaş aralığında, sol hemisferde Trolard ve Labbe veni dominanslığının anlamlı derecede yüksek olduğu saptanmıştır. Sonuç olarak, intrakranial venöz yapıların görüntülenmesinde dijital subtraksiyon anjiyografisinin altın standart yöntemdir. Dijital substraksiyon anjiografisinin daha invazif bir yöntem olması nedeniyle kontrastlı manyetik rezonans venografi yöntemi ve Maksimum İntensite Projeksiyon yönteminin destekleyici olarak kullanılması venöz anatomiyi ve varyasyonları tespit etmek amacıyla etkin bir şekilde kullanılabilmektedir. Bu yöntem ile tespit edilen varyasyonların iyi bilinmesi varyasyonların patolojik olarak tanımlanmaması ve invazif işlemlere kılavuzluk etmemesi açısından oldukça önemlidir.Öğe Hashimoto tiroiditi hastalarında monosit / HDL ve nötrofil / lenfosit oranlarının değerlendirilmesi(Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi, 2024) Yaldız, Demet; Bilir, BülentHashimoto tiroiditi, iyot alımının yeterli olduğu bölgelerde hipotiroidizmin en sık karşılaşılan nedenlerinden biridir ve tiroid bezine karşı gelişen otoantikorlarla birlikte kronik inflamatuar süreçlerle karakterizedir. Bu hastalıkta görülen sistemik inflamasyon artışının; oksidatif stres, endotel disfonksiyonu ve kardiyovasküler hastalık riskini artırdığı düşünülmektedir. Nötrofil/ lenfosit oranı ve monosit/ HDL oranı gibi ucuz ve kolayca ölçülebilen parametreler, sistemik inflamasyonla seyreden hastalıklarda subklinik inflamasyonu değerlendirmek amacıyla kullanılmaktadır. Biz de bu çalışmamızda hashimato tiroiditi hastalarında nötrofil/ lenfosit ve monosit/ HDL oranlarını kullanarak; sistemik inflamasyon, endotel disfonksiyonu ve oksidatif stresi dolayısıyla artan kardiyovasküler riski indirekt olarak değerlendirmeyi amaçladık. Bu retrospektif çalışmada, 1 Ocak 2020 – 10 Şubat 2023 tarihleri arasında Namık Kemal Üniversitesi Hastanesi Dahiliye polikliniklerine başvuran ve hashimoto tiroiditi tanısı almış 18- 80 yaş aralığındaki hastaların laboratuvar verilerini incelemiştir. Çalışmaya alınma kriterlerine uyan 203 hasimoto tiroiditi hastası; 99 aşikar hipotiroidi ve 103 subklinik hipotiroidi hastasından oluşan 2 alt gruba ayrıldı. Bu hastaların hemogram, TSH, T3, T4, anti-TPO, anti- TG, CRP ve lipid düzeyleri, tamamen sağlıklı 122 bireyden oluşan kontrol grubu ile karşılaştırılmıştır. Aşikar hipotiroidi, subklinik hipotiroidi ve kontrol grupları arasındaki nötrofil/ lenfosit oranı ve monosit/ HDL oranlarının ilişkisi değerlendirilmiştir. Aşikar hipotiroidi, subklinik hipotiroidi ve kontrol grupları yaş, cinsiyet ve sigara kullanımı, CRP, sedim, trigliserid, LDL düzeyleri açısından benzer özellikler göstermiştir. Gruplar arasında nötrofil/ lenfosit oranı ve monosit/ HDL oranı açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamamıştır ( sırasıyla p=0.507, p=0.064 ). Anti-TPO ve anti-TG otoantikor düzeyleri, subklinik hipotiroidili hastalarda aşikar hipotiroidili hastalara göre anlamlı derecede yüksek saptanmıştır (sırasıyla p=0.001, p=0.001). Aşikar hipotiroidi ve subklinik hipotiroidi gruplarında nötrofil/ lenfosit ile monosit/ HDL oranı arasında anlamlı bir korelasyon bulunmamış, ayrıca bu parametreler ile otoantikorlar arasında anlamlı bir ilişki saptanmamıştır. Aşikar hipotiroidi grubunda nötrofil/ lenfosit oranı, subklinik hipotiroidi grubuna göre daha yüksek bulunmuş ancak bu fark istatistiksel olarak anlamlı olmamıştır. Diğer bir inflamasyon göstergesi olarak kabul edilen monosit/ HDL oranı ise gruplar arasında benzer bulunmuştur. Hashimoto tiroiditi gibi kronik inflamasyonla seyreden hastalıklarda, nötrofil/ lenfosit ve monosit/ HDL oranlarının artan inflamasyon,endotel disfonksiyonu ve oksidatif stresi göstermek açısından kullanılabilmesi için; daha geniş ölçekli prospektif dizaynlı çalışmalara ihtiyaç olduğunu düşündürmektedir.Öğe Meme kanserinde shear wave elastografi değerleri ile manyetik rezonans görüntüleme bulgularının karşılaştırılması ve meme kanseri alt tipleri ile ilişkisinin değerlendirilmesi(Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi, 2024) Arslan, Burcu Kübra; Özgür, CihanÇalışmamızın amacı, meme kanserinde shear-wave elastografi (SWE) ile elde edilen elastisite değerlerini meme manyetik rezonans görüntüleme (MRG) bulguları ile karşılaştırmak ve meme kanseri alt tipleri ile olan ilişkisini değerlendirmektir. Mart 2023 - Mart 2024 tarihleri arasında Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Hastanesi'ne başvuran, histopatolojik olarak meme kanseri tanısı almış 140 kadın hasta (toplam 147 lezyon) çalışmaya dahil edilmiştir. B-mod ultrasonografi ve SWE ölçümleri biyopsi öncesinde yapılırken, preoperatif evreleme amacıyla MRG tetkiki uygulandı. Lezyonlar histolojik ve moleküler olarak sınıflandırılmıştır. Hastaların yaşları, morfolojik ve kinetik MRG parametreleri, ADC değerleri ve elastisite (Emean ve Emax) değerleri değerlendirilmiştir. Lezyonların ortalama Emean değeri 106,7 kPa, ortalama Emax değeri ise 161,8 kPa olarak bulunmuştur. Tümör boyutu ve hacmi ile elastisite değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı pozitif korelasyon saptanmıştır (p < 0.05). Tip 2 kontrastlanma kinetiği gösteren lezyonların elastisite değerleri Tip 3'e göre daha yüksek bulundu (p: 0.029 ve p: 0.044). Heterojen- periferik kontrastlanan lezyonlarda elastisite değerleri anlamlı olarak daha yüksek idi (p < 0.05). Perifokal ödem varlığında, elastisite değerleri perifokal ödem bulunmayan vakalara göre daha yüksek çıkmıştır (p: 0.05, p: 0.009). Spiküle-düzensiz kenarlı kitlelerde elastisite değerleri daha yüksek saptandı (p: 0.004, p: 0.033). T2 ve T3 evresindeki tümörlerde, T1 evresine kıyasla Emean değerinin istatistiksel olarak anlamlı daha yüksek olduğu görülmüştür (p: 0.03). Meme kanseri moleküler alt tipleri ile elastisite arasında anlamlı bir fark bulunmamıştır (p > 0.05). SWE ile elde edilen elastisite değerleri, meme kanserinin morfolojik ve kinetik özellikleri ile ilişkilidir ancak meme kanseri alt tipleri ile elastisite arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık bulunmamıştır.Öğe Hıv tanısı olan hastaların CD4/CD8 oranının değerlendirilmesi, oranın normalleşmesini belirleyici faktörler(Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi, 2024) Kul, Seda; Tuna, NazanHIV (Human Immunodeficiency Virus / İnsan Bağışıklık Yetmezliği Virüsü) enfeksiyonu, dünya genelinde halk sağlığını tehdit eden ciddi bir hastalıktır. HIV enfeksiyonu, bağışıklık sistemi üzerinde özellikle CD4+ ve CD8+ T hücreleri arasındaki dengeyi bozarak etkisini gösterir.HIV enfeksiyonu sırasında CD4+ hücrelerinin sayısında belirgin bir azalma olurken, CD8+ hücreleri genellikle artış gösterir. Bu durum, CD4+/CD8+ oranının bozulmasına neden olur. Sağlıklı bireylerde CD4+/CD8+ oranı genellikle 1,5 ile 2,5 arasında kabul edilirken, HIV pozitif bireylerde bu oran ciddi şekilde düşebilir. CD4+/CD8+ oranı, HIV enfeksiyonunun ilerleyişi ve bağışıklık sisteminin durumu hakkında kritik bilgiler sağlar. Bu çalışmada HIV tanısı olan hastaların CD4/CD8 oranının değerlendirilmesi, oranın normalleşmesini belirleyici faktörlerin değerlendirilmesi amaçlandı. Çalışmaya Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi 27.02.2024 tarih ve 2024.28.02.13 protokol numaralı etik kurul onayı alındıktan sonra başlanmıştır. Çalışma retrospektif bir çalışmadır. Çalışmamızda 100 hasta değerlendirilmiştir, HIV tanılı hastaların %15'i kadın, %85'i erkek olup yaş ortalaması 40,31±12,61 yıl olarak saptanmıştır. Hastaların %71'i 2020 sonrası tanı almıştır ve bu grupta CD4/CD8 oranı daha hızlı normalleşmiştir (p=0.001). CD4+ sayısı 500'ün üzerinde olan hastaların oranı %56'dır ve daha yüksek CD4+ sayıları normalleşme süresini kısaltmıştır (r =-0,257; p=0.011). CD4+/CD8+ oranı arttıkça normalleşme süresi kısalmakta olup (r =-0,300; p=0.003), CD8+ hücre sayısı ve viral yük ile normalleşme süresi arasında anlamlı bir ilişki bulunmamıştır. Kadınlar erkeklere göre normalleşme süresi daha kısa saptanmıştır ve bu fark istatistiksel olarak anlamlıdır (p = 0.001). Tedavi protokollerinde INSTI ve NRTI+PI oranları benzer olup, tedaviye göre normalleşme süresi farklılık göstermemektedir. Kadınların erkeklere göre daha hızlı normalleşme sağladığını ve tedaviye başlama zamanı ile başlangıç CD4 seviyelerinin normalleşme sürecinde kritik olduğunu göstermektedir. Anahtar Kelimeler; HIV Tedavisi, CD4/CD8 Oranı, Normalleşme Süresi