Namık Kemal Tıp Dergisi
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe TERM GEBELERDE DOĞUM İNDÜKSİYONU İÇİN KULLANILAN VAJİNAL PROSTAGLANDİN E2’NİN BAŞARISINI ETKİLEYEN FAKTÖRLER(2019) Günay, Taner; Hocaoğlu, MeryemAmaç:Doğum indüksiyonu için vajinal prostaglandin E2 (dinoproston) kullanılan gebelerde indüksiyon başarısını etkileyen faktörleri belirlemek.Materyal ve Metot:Çalışmamıza 2016 Ocak ile 2019 Mart arasında doğum indüksiyonu için vajinal prostaglandin E2 uygulanan term gebeler dahil edildi. İndüksiyon sonrasında vajinal doğum yapan olgular başarılı olarak, sezaryen ile doğum yapan olgular başarısız olarak gruplandırıldı. Her iki gruptaki gebeler yaş, parite, vücut kitle indeksi, gebelik haftası, fetal ağırlık, fetal cinsiyet, indüksiyon öncesi bishop skoru, indüksiyon endikasyonları ve sezaryen endikasyonları açısındankarşılaştırıldı.Bulgular:Çalışmamıza dahil edilen 186 hastadan 127 (%68.2)’sinde vajinal prostaglandin E2 uygulaması ile indüksiyon başarılı sonuçlandı ve doğum vajinal yoldan gerçekleşti. Her iki grupta da yaş, doğum anındaki gebelik haftası, fetal cinsiyet, oksitosin ihtiyacı ve indüksiyon endikasyonları açısından anlamlı fark bulunmadı (p>0.05). İndüksiyonun başarılı olduğu grupta ortalama parite değeri başarısız grup ile karşılaştırıldığında anlamlı olarak yüksek (p<0.05) bulundu. Benzer şekilde multipar gebelerde indüksiyonun başarı oranı nullipar gebelere göre yüksekti (p<0.05). Vücut kitle indeksi (VKİ) ortanca değeri indüksiyonun başarılı olduğu grupta daha düşük bulunurken (p<0.05), her iki grupta VKİ 30’un altında ve üstünde olan gebelerin oranı istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermedi (p>0.05). Her iki grupta indüksiyon öncesi bishop skoru karşılaştırıldığında başarılı grupta bishop skorunun daha yüksek olduğu gözlendi(p<0.05).Sonuç:Multiparite, düşük VKİ, düşük fetal doğum ağırlığı ve indüksiyon öncesi yüksek bishop skorları doğum indüksiyonu için kullanılan vajinal prostaglandin E2 başarısını arttırırken, yaş, doğum haftası, fetal cinsiyet ve doğum indüksiyonu endikasyonu ise başarı oranlarınıetkilemedi.Öğe THE ASSOCIATION BETWEEN IRRITABLE BOWEL SYNDROME AND LACTOSE INTOLERANCE(2019) Dabak, Mustafa Reşat; Küçük, Tuğba Arslan; Tüzün, Sabah; Çetin, Hüseyin; Ahıshalı, Emel; Dolapçıoğlu, CanAim:Irritable bowel syndrome (IBS) and lactose intolerance (LI) may co-exist and readily cause diagnostic confusion due to similar symptomatology. This study aims to examine the frequency of LI in healthy controls and in participants diagnosed with IBS based on Roma III criteria, as an effort to investigate the association between IBS and LI.Materials and Methods:The patient population consisted of individuals between 18 and 80 years of age who attended between June-December 2013. Patients diagnosed with IBS based on Roma III criteria comprised the IBS group, and subtypes of IBS. Control group was healthy volunteers over 18 years of age with no IBS-like symptoms. All participants ingested 25 g of lactose dissolved in 250 ml of water within 5 minutes after 8 hours of fasting, in order to evaluate the LI via hydrogen breath test (0, 15, 30, 60, 90, and 120 minutes).Results:Of the total 200 participants, 100 (50%) were in the IBS group and 100 (50.0%) were in the control group. Of the total 70 patients (35.0%) with LI, 47 (47.0%) were in the IBS group and 23 (23.0%) were in the control group (p=0.001). Symptoms related to IBS were more common in participants with LI in both groups (p=0.001, p=0.001 respectively).Conclusion:A significantly increased frequency of LI was found among IBS patients than in controls. In addition, symptoms associated with lactose intake occurred at a higher frequency in IBS patient, although the difference wasinsignificant.Öğe SENTETİK KANNABİNOİD ZEHİRLENME VAKALARINDA OTOPSİ BULGULARININ DEĞERLENDİRİLMESİ(2019) Iritas, Servet Birgin; Dip, Aybike; Tezer, Nevriye; Dinç, Ahmet HakanAmaç: Sentetik kannabinoidler, laboratuvar ortamlarında sentezlenen ve kannabinoid reseptörleri üzerinden etki eden yeni nesil psikoaktif maddelerdir. Hint keneviri bitkisinden elde edilen kannabinoidlere göre daha potent ve uzun süreli etkilidirler. Bu çalışma ile kullanıcı sayısındaki artış nedeniyle zararlı etkileri daha belirgin görülmeye başlanan sentetik kannabinoid (SK) intoksikasyonuna bağlı ölümlerde, demografi ve sistematik otopsi verilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.Materyal ve Metot: Adli Tıp Kurumu Ankara Grup Başkanlığında 2013-2015 yılları arasında yapılan toplam 6165 otopsi vakası incelenmiş, SK kullanımına bağlı ölümler yaş, cinsiyet, fiziksel özellikler, kan ve dokularda tespit edilen SK türleri, otopsilere ait makroskobik ve histopatolojik inceleme verileri ile birlikte sunularak değerlendirilmiştir.Bulgular: Sentetik kannabinoidlere bağlı 21 adet ölüm vakasına ait kan ve doku örneklerinde, JWH-0122, JWH-018, JWH-073, CP47,497 C8 HOMOLOG, AB-CHMINACA ve AM 2201 olmak üzere 6 farklı SK türü tespit edilmiştir. Hastane tedavisi sırasında bir olguda enzimatik yöntemle SK tespit edilmiş, ancak 11 günlük tedavi sonrasında hayatını kaybeden vakanın kan ve doku örneklerinde SK tespit edilememiştir. Kalpte makroskobik bulgu olarak 16 vakada koroner arterlede aterom plakları, mikroskobik olarak 4 vakada iskemi, 7 vakada konjesyon, 6 vakada fibrozis tespit edilmiştir. Akciğerlerde makroskobik olarak 15 vakada kanlı köpüklü mayi varlığı, 9 vakada alveolar ödem, 7 vakada amfizematöz değişiklikler ve 8 vakada alveolar makrofaj infiltrasyonu tespit edilmiştir.Sonuç: Son yıllarda SK kullanımına bağlı ölüm vakalarındaki artış dikkat çekicidir. Bu maddelerin kandaki konsantrasyonları ile etkileri arasında herhangi bir bilimsel korelasyon olmaması nedeni ile, ölüm sebebinin belirlenmesinde laboratuvar analizlerine ek olarak, olayın öyküsü ve otopsi bulguları destekleyici olabilir.Öğe KOMBİNE TİP ÖZGÜL ÖĞRENME BOZUKLUĞUNDA UYGUN MÜDAHALE İLE WISC-R PROFİLİNDE VE KLİNİK BULGULARDA DÜZELME MÜMKÜN MÜ: 3 YILLIK TAKİP SONUÇLARI(2019) Altay, Mengühan Araz; Görker, IşıkAmaç:Özgül öğrenme bozukluğu (ÖÖB), akademik başarısızlığa neden olarak bireyin işlevselliğini önemli ölçüde etkilemektedir. Bu nedenle ÖÖB olan çocuk ve ergenlere düzeltici eğitimsel müdahaleler önem arz etmektedir. Bu çalışmada amacımız, okuma, yazma ve matematik bozukluğunun kombine olduğu ÖÖB tanısı olan çocuk ve ergenlerin eşlik eden dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunun (DEHB) medikal tedavisine ek olarak 3 yıllık bireyselleştirilmiş özel eğitim programı sonrasında WISC-R profilinde ve okuma, yazma, aritmetik becerilerinde değişiklikleri ortayakoymaktır.Materyal ve Metot:2015 yılında kombine tip ÖÖB tanısı alan 26 çocuk ve ergen çalışmaya alındı. Olgulara başlangıç ve üçüncü yılın sonunda WISC-R testi ve Okuma-Yazma-Matematik Becerileri Değerlendirme Listesi uygulanarak karşılaştırmayapıldı.Bulgular:Çalışmaya alınan olguların yaş ortalaması 11.5± 1.9 olup %61.5’i erkekti. Olguların %84.6’üne DEHB eşlik etmekteydi. Olguların 3 yıllık takipte başlangıca göre WISC-R puanlarından sözel zeka puanında anlamlı olarak yükselme izlendi, WISC-R kategorilerinden ise takipte kavramsal yetenek skorlarında anlamlı olarak yükselme, sıraya koyma skorlarında azalma izlendi. Hata analizi değerlendirmesinde olguların okuma ve yazma alanında takipte aldıkları puanlarda anlamlı yükselme olup, matematik alanındaki puanlarda değişiklik izlenmedi.Sonuç:ÖÖB olgularında okuma ve yazma alanında anlamlı düzelmeler kaydedilirken, matematik alanında düzelme sınırlı kalmıştır. Kombine tip ÖÖB olgularında özellikle matematik bozukluğunun düzeltilmesine yönelik eğitim programları yapılmalıdır.Öğe KRONİK HEPATİT B VE B+D KAYNAKLI SİROZDA, HEPATOSELÜLER KARSİNOM GELİŞİMİNİN ÖNGÖRÜLMESİNDE ALBI VE PALBI SKORLAMALARININ PREDİKTİF DEĞERİ(2019) Şahin, Tolga; Oral, AlihanAmaç:Hepatosellüler karsinom (HCC), dünya çapında kanser kaynaklı ölümlerin ikinci en sık nedenidir. Bu nedenle, HCC’de erken tanı çok önemlidir. Bu çalışmanın amacı, sirozlu hastalarda HCC gelişiminde albumin-bilirubin indeksi (ALBI) ve Platelet- albumin-bilirubin indeksinin (PALBI) prediktivitelerinin değerlendirilmesidir.Materyal ve Metot:Çalışmaya 2004-2019 yılları arasında Demiroğlu Bilim Üniversitesi'ne başvuran kronik hepatit B ve kronik hepatit B + D ‘ ye bağlı karaciğer sirozlu 331 hasta dahil edildi. Hastalar HCC olan ve HCC olmayan olmak üzere iki ana gruba ayrıldı. Hastaların demografik verileri, vücut kitle indeksleri (VKİ), Child ve MELD skorları ve laboratuvar bulguları gruplar için ayrı ayrı kaydedildi ve analiz edildi. Her iki grup için ortalama ALBI ve PALBI değerleri hesaplandı. ALBI, PALBI ve HCC arasındaki ilişkilerdeğerlendirildi.Bulgular:Hastaların yaş ortalaması 51.3 ± 9.18, ortalama BKİ30.04 ± 11.65 idi. HCC grubu 115 hastadan ve HCC olmayan siroz grubu 216 hastadan oluşmaktaydı. Ortalama ALBI ve PALBI skor değerleri, HCC grubunda HCC olmayan siroz grubuna göre anlamlı derecede düşüktü (p <0,001). Eğri altındaki değerler ALBI için 0.775 ve PALBI için 0.733idi.Sonuç:Her ne kadar ALBI ve PALBI, HCC' de sağkalım ve prognozu tahmin etmek için geliştirilse de, çalışmamızda ALBI ve PALBI' nin sirozda HCC gelişiminin tahmininde de yararlı belirleyiciler olabileceği sonucuna varıldı.Öğe PÜR SEMİNOM VAKALARININ KLİNİK ÖZELLİKLERİ VE TEDAVİ SONRASI İZLEMLERİ: TEK MERKEZ DENEYİMİ(2019) Gökyer, Ali; Küçükarda, Ahmet; Köstek, OsmanAmaç: Pür seminom erken evrede tanı konan, genellikle genç erişkinlerin en önemli tümörüdür. Yüksek kür oranları radyoterapi veya kemoterapi ile yakalanabilir. Tedavi kararı verirken toksisite sorunları ve hasta tercihleri göz önüne alınmalıdır. Çalışmamızda kliniğimizde takip edilen pür seminomlu hastaların verilerini ve sağkalımlarını sunmayı amaçladık.Materyal ve Metot: 2008-2018 yılları arasında kliniğimizde tedavi ve takip edilen pür seminom tanılı hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Hasta özellikleri, tümör özellikleri, tedavi rejimleri, tedavi sonrası prognoz ve takipleri kayıt edildi.Bulgular: Kliniğimizde takip edilen 125 hastadan 86’sı (%68,8), 20-40 yaş aralığında seminom tanısı almıştı. Tümör lokalizasyonu genellikle sol testis’ti (%57,6). Tanı anında 102 hasta (%81,6) evre 1, 14 hasta (%11,2) evre 2 ve 9 hasta (%7,2) evre 3 idi. Tanı anında sadece 5 hastada metastaz saptandı. Tedavi olarak 63 hastaya kemoterapi, 39 hastaya radyoterapi uygulanırken, 23 hasta da tedavisiz izlendi. Takipte 10 yılı dolduran 45 hastada %88,9 saptandı. Takip edilen hastalar içinde 6 hasta eksitus oldu. 4 hasta ilk 2 yıl içerisinde hastalık nüksü ve tedavi yanıtsızlığı nedenli kaybedildi. Eksitus olan 6 hasta içinde öne çıkan özellikler ileri evre hastalık ve akciğer parankim nüksü olmasıdır.Sonuç: Evre 1 seminomlu hastaların tedavi seçenekleri arasındaki genel sağ kalım ve nüks açısından belirgin fark izlenmedi. Akciğer parankim nüksü ve ileri evre hastalık mortalite ile ilişkiliydi.Öğe LONG-TERM OUTCOME OF SOFT TISSUE SARCOMAS TREATED WITH MESNA-DOXORUBICIN-IFOSFAMID-DACARBAZINE REGIMEN (MAID): A RETROSPECTIVE STUDY FROM A SINGE INSTITUTION(2019) Mirili, Cem; Paydaş, Semra; Büyükşimşek, Mahmut; Tohumcuoğlu, Mert; Yetişir, Abdullah Evren; Oğul, AliAim:Soft tissue sarcomas (STSs) account for 1% of cancers in the adult population. The treatment of choice is surgery but chemotherapy and/or radiotherapy are frequently used due to aggressive cancer behavior or incomplete surgery. Doxorubicin- based regimens are the most frequently used chemotherapy combinations but real-life data about the efficacy and safety of these agents in our country is limited. We aimed to present clinicodemographic and prognostic features of STS cases treated with mesna, doxorubicin, ifosfamide, dacarbazine (MAID regimen).Materials and Methods:A total of forty-five STS cases who were diagnosed between 2007-2016 and treated with the MAID regimen as the initial therapy in Cukurova University were analyzed retrospectively. Associations between clinicodemographic parameters with overall survival (OS) and progression-free survival (PFS) were analyzed using Kaplan-Meier curves and with the log- rank test. Univariate-multivariate analyses were used to assess the prognostic values of parameters for OS-PFS.Results:The median age of the patients was 49 and the most common STS subtypes were undifferentiated pleomorphic carcinoma (37.8%) followed by liposarcoma (17.8%) and leiomyosarcoma (13.3%). According to the AJCC TNM stages, 15.6% stage 1-2, 53.3% stage 3, and 31.1% stage 4 disease. The median PFS/OS were 17/39 months, respectively. The 5-year PFS/OS rates were 14%/32.5%, respectively. In univariate analyses, mitosis, necrosis, stage, and surgery were both prognostic for PFS-OS. However, in multivariate analysis, only stage was an independent prognostic factor both for PFS-OS.Conclusion:Stage was the only independent prognostic factor for both PFS-OS in patients with STS who received the MAID chemotherapy as initial therapy.Öğe MEAN PLATELET VOLUME (MPV) FOR PREDICTING PROGNOSIS OF RECTUM CANCER AFTER NEOADJUVANT TREATMENT(2019) Demir, Atakan; Alan, ÖzkanAim:Rectum cancer is a subtype of colorectal cancer. Its etiology and etiopathogenesis is similar to colon cancer. However, it is differentiated from colon tumors because of its anatomic location and treatment approach. In the literature, Mean Platelet Volume (MPV) has been shown to correlate with inflammation in gastrointestinal cancer patients. Based on this fact, we aimed to evaluate the MPV value for predicting prognosis of rectum cancer patients who are treated with neoadjuvant chemoradiotherapy.Materials and Methods:We retrospectively collected the data of80 operated rectum adenocarcinoma patients who were treated neoadjuvant chemoradiotherapy between 2011 and 2018. MPV value was investigated as prognostic factors for disease free survival.Results:Fifty-five patients were male (69%). Median age was 56 (range 22 to 83 years). The most common histopathologic was adenocarcinoma (94%). The ideal cut-off value of pretreatment MPV that predicted disease-free survival was 7.65 in the ROC analysis [AUC:0.74 (0.63-0.85); p<0.002] with a sensitivity of 81%, and specificity of 69 %. Median DFS was 43 months in patients with MPV <7.65 (95%CI: 35.5-54.6). In multivariate analysis, MPV was found to be an independent prognostic factor for disease free survival (p =0.02).Conclusion:According to our study, we suggest that high levels of MPV at the time of diagnosis can be used as a predictive biomarker for early relapse in rectum cancerpatients.Öğe MATERNAL AND NEONATAL OUTCOMES RELATED TO IRON DEFICIENCY ANEMIA AND SERUM FERRITIN STATUS: A MULTICENTER PROSPECTIVE STUDY FROM EASTERN MARMARA, TURKEY(2019) Pulatoglu, Cigdem; Başbuğ, Derya; Akar, Bertan; Şimşek, Hayal; Çakır, Pınar; Başbuğ, Alper; Çalışkan, ErayAim: The aim was to evaluate the incidence of iron deficiencyanemia in pregnancy in the East Marmara region of Turkey in orderto determine its prevalence along with the effects and associationsof iron supplementation on maternal and neonatal outcomes.Materials and Methods: This study was conducted in sixcenters and included a total of 1102 pregnant women.Blood samples were collected for hematological status andserum ferritin levels during pregnancy, and the adversematernal and perinatal outcomes were determined. Irondeficiency anemia was diagnosed according to the WorldHealth Organization criteria as hemoglobin level of < 11g/dl and ferritin level of <15 ?g/dL.Results: The rate of anemia was 19.8%, with 44% of themreceiving iron supplementation. The maternal age was lower in theanemic group (26.5 vs. 27.7, p = 0.01). Selective iron use wasmore frequent in the anemic group, while routine iron use wasmore frequent in the non-anemic group (47.1% vs. 29.3%; p =0.01).Conclusion: Iron deficiency anemia is a frequent problem inpregnancy. However, many anemic pregnant women do notreceive iron therapy. Iron supplementation may have positiveeffects on maternal and perinatal outcomes. In order to combat irondeficiency anemia in pregnancy, wide spread use of ironsupplements should be established.Öğe KRONİK KARACİĞER HASTALIĞINDA SİSTERNA ŞİLİ ÇAPININ MANYETİK REZONANS GÖRÜNTÜLEME İLE DEĞERLENDİRİLMESİ(2019) Server, SadıkAmaç: Sisterna şili retrokrural alanda, aortanın sağında, lomber1 ve lomber2 vertebra seviyesinde yerleşim gösteren, lenfatik bir kanaldır. Otozomal dominant polikistik böbrek hastalığı, portal hipertasiyon, kalp yetmezliği gibi çeşitli hastalıklarda sisterna şili çapında artışın olduğu ve bu artışın manyetik rezonans görüntüleme (MRG) ile gösterilebileceğini belirten çalışmalar yer almaktadır. Çalışmamızın amacı kronik karaciğer hastalığında sisterna şilide oluşabilecek çap değişikliklerini tespit edebilmek ve çapdaki olası artışının MRG’de tanısal görüntüleme bulgusu olarak kullanılabilirliğini araştırmaktır. ve sistematik otopsi verilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.Materyal ve Metot: Bu çalışmaya 33 kronik karaciğer hastası ve56 kontrol grubu dahil edildi. Her iki grupta da single-shot fast spin-echo tekniği ile elde edilmiş, ağır T2 ağırlıklı aksiyal kesitlerde sisterna şilinin en geniş transvers çapı 1,5 Tesla MRG cihazı kullanılarak ölçüldü. Sisterna şili çapı kronik karaciğer hastalığı olan grupla sağlıklı grup arasında iki ortalama arasındaki farkın önemlilik testi ile karşılaştırıldı. Kronik karaciğer hastalığını ortaya koymada farklı sisterna şili eşik değerlerinin etkinliğini tespit etmek için receiver operating characteristic (ROC) eğrisi oluşturuldu.Bulgular: Ortalama sisterna şili çapı hasta grupta 4,91±1,5 mm, kontrol grubunda 4,31±1,12 mm saptanmış olup hasta grupta istatistiksel açıdan anlamlı olacak şekilde daha genişti (p<0,05). ROC analizinde kronik karaciğer hastalığını belirlemede sisterna şili çapının optimal cut-off değeri 0,606 sensitivite ve 0,768 spesifite ile >4,4 mm olarak belirlendi.Sonuç: Sisterna şili çapı kronik karaciğer hastalığında normal populasyona göre daha dilate izlenmektedir ve dilate sisterna şili diğer görüntüleme bulgularını destekleyici olarak, kronik karaciğer hastalığının varlığını gösteren bir MRG belirteci olarak kullanılabilir.Öğe MİGREN TEDAVİSİNDE AKUPUNKTURUN ETKİNLİĞİ(2019) Kesikburun, Bilge; Gülgönül, Nuray; Ekşioğlu, Emel; Çakıcı, AytülAmaç: Migren, sıklıkla genç üretken populasyonu etkileyen, tekrarlayan baş ağrısı ile karakterize önemli bir dizabilite nedenidir. Atak sayısı ile ilişkili olarak kişinin yaşam kalitesini azaltmaktır. Tedavide farmakalojik ve nonfarmakolojik tedavi yöntemleri kullanılmaktadır. Bu çalışmanın amacı migren hastalarında nonfarmakolojik bir tedavi yöntemi olarak akupunkturun etkinliğini incelemektir.Materyal ve Metot: Çalışmaya migren tanısı bulunan 35 hasta (ortalama yaş, 38.9±11.0 yıl) dahil edildi. Hastalara haftada bir kez, 30 dakika süren, toplam 10 seans akupunktur uygulandı. Hastalarda başlangıç ve 3. ay’da VAS (vizüel analog skala) ağrı skoru, MIDAS (Migraine Disability Assesment Scale), SF-36 (Short Form-36), BDÖ (Beck Depresyon Ölçeği) ve akut ağrı için kullanılan migren ilacı sayısı değerlendirildi.Bulgular: Hastalarda tedavi öncesine (8.2±1.3) göre, akupunktur ile tedavisi sonrası (4.4±1.3) VAS ağrı skorlarında anlamlı azalma görüldü (p=0.005). Ayrıca çalışma süresince akut ağrı için kullanılan ortalama ilaç sayısında anlamlı azalma saptandı (tedavi öncesi, 2.1±1.7; tedavi sonrası, 8.7±6.4; p 0.001). Tedavi sonrası MIDAS ve BDÖ değerlendirmelerinde anlamlı iyileşme bulundu (her ikisi için p 0.001). SF-36 yaşam kalitesi parametrelerinde anlamlı düzeyde artış görüldü. (p 0.05). Ciddi bir yan etki saptanmadı.Sonuç: Akupunkturun migrende ağrı, kullanılan ilaç sayısı, dizabilite, depresyon ve yaşam kalitesi üzerine olumlu etkileri olabilir. Akupunktur düşük yan etki profili ile etkili bir modalite olarak, migren tedavisinde nonfarmakolojik seçenekler arasında düşünülebilir.Öğe ACİL SERVİSE DERMATOLOJİK YAKINMALAR İLE BAŞVURAN HASTALARIN ANALİZİ(2019) Öztürk, Tayfun; Avşaroğulları, Ömer Levent; Borlu, Murat; Taşlıdere, BahadırAmaç:Çalışmanın amacı Acil Servise dermatolojik yakınmalarla başvuran hastaların demografik ve klinik özellikleri, konsültasyon, taburculuk ve hastaneye yatış oranları ile hayati tehlike arz edebilecek klinik tabloları hakkında bilgi vermektir.Materyal ve Metot:Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Servisi’ne dermatolojik şikâyetlerle başvuran hastalardan 16 yaş ve üzeri olanlar dâhil edilerek prospektif olarak yapılmıştır. Değerlendirmede yaş, cinsiyet, özgeçmiş, başvuru yakınması ve ortaya çıkış zamanı, hastaneye başvurana kadar geçen süre, lezyonun tipi, tanısı, konsültasyonlar, hastaneye yatış ve taburculuk durumunu içeren parametreler yer almıştır.Bulgular:Çalışmaya toplam 400 hasta dâhil edilmiştir. Acil Servise başvuran hastaların % 0,70’ini dermatolojik yakınmalar ile gelenler oluşturuyordu. Hastaların 221’i (%55) kadın olup yaş ortalaması 38,6 yıldı.. Ciltte kızarıklık % 29,8 oranı ile en sık başvuru nedeni veürtikerençoktespitedilentanıdır(%54,3).Hastaların%48,3’ünün yakınmalar başladıktan en az 24 saat sonra Acil Servise başvurmuştur. %31’i konsülte edilmiş olup en sık nedenler; selülit ve anjioödemdir. ‘Gerçek dermatolojik acil’ olarak nitelendirilen nekrotizan fasiit, toksik epidermal nekroliz, eritema multiformebirerhastadagörülmüştür(%0.75).Hastaların%19’unun hastaneye yatırılmıştır ve en sık tanı selülittir (%30.8). Lezyon vücut yüzey alanının tek başına hastaneye yatış oranını etkilemediği görülmüştür.Sonuç:Dermatolojik yakınmalar ile başvuran hasta sayısının, tüm Acil Servis başvuruları içindeki oranı az olsa da özellikle yaşamı tehdit edebilecek sistemik organ etkilenmesi olan hastaların hastaneye yatırılarak tedavi edilmesi daha uygundur.Öğe EDİRNE İLİNDE TEDAVİYE DİRENÇLİ KRONİK OTİTTE KÜLTÜR ANTİBİYOGRAM SONUÇLARI(2019) Kef, KemalAmaç:Bu çalışmanın amacı, kronik otit tanılı ve tedaviye dirençli hastalarda etkili tedavinin planlanabilmesi için etken patojenleri ve onların duyarlı oldukları antibiyotikleri saptamaktır.Materyal ve Metot:Bu çalışmaya Özel Keşan Hastanesi (Edirne), Kulak Burun Boğaz Polikliniği’ne 2013 Nisan-2018 Temmuz aralığında başvuran kronik otit tanılı ve dış merkezlerde almış olduğu birden çok tedaviye rağmen şikâyet ve bulguları devam eden toplam 465 hasta dâhil edildi. Predispozan faktörü (alerji, dudak-damak yarığı, immün süprese), orta kulakta yaygın polipöz gelişim veya kolesteatom olan hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Hastaların fizik muayeneleri yapıldı, kültür ve antibiyogram sonuçları değerlendirildi.Bulgular:Çalışmaya katılan hastaların 211’i (%45,4) kadın, 254’ü (%54,6) erkekti. Katılımcıların yaş ortalaması 49,7 ± 17,3 idi. Etkenler içinde en sık izole edilen bakteri cinsi, %36,6 (n=170) ile Pseudomonas olarak bulundu. İkinci en sık üreyen bakteri cinsi ise%23,4 (n=109) ile Staphylococcus idi. Pseudomonasın en duyarlı olduğu üç antibiyotik; Seftazidim (%97,6), Siprofloksasin (%93,5) ve Gentamisin (%92,4) olarak tespitedildi.Sonuç:Tedaviye dirençli kronik otit tanılı hastalarda en sık izole edilen bakteri cinsi Pseudomonas olarak bulundu. Etken mikroorganizmaların ve antibiyotik duyarlılıklarının belirlenmesi, doğru tedavinin seçilerek hem komplikasyonların hem de oluşabilecek yeni enfeksiyon ataklarının önlenmesine katkı sağlayacaktır.Öğe GEBELİK YAŞINA GÖRE NORMAL VE DÜŞÜK DOĞUM AĞIRLIKLI PREMATÜRE BEBEKLERDE MORTALİTE VE MORBİDİTELERİN KARŞILAŞTIRILMASI(2019) Şimşek, Gülsüm Kadıoğlu; Büyüktiryaki, Mehmet; Kutman, H. Gözde Kanmaz; Martinez, Tuğba Alarcon; Oğuz, Şerife Suna; Tayman, Cüneyt; Canpolat, Fuat EmreAmaç: Gebelik yaşına göre küçük (SGA) ve normal (AGA) doğum ağırlığı olan çok düşük doğum ağırlıklı prematüre bebeklerde (ÇDDA) morbiditeleri ve mortaliteyi karşılaştırmaktır.Materyal ve Metot: Ünitemizde 2013-2017 yılları arasında izlenen ÇDDA’lı bebeklerin kayıtları retrospektif olarak incelendi. SGA, doğum ağırlığının gebelik haftasına göre 10 persentilin altında olması, AGA doğum ağırlığının 10-90 persentil arasında olması olarak tanımlandı. Toplam 96 SGA’sı olan bebek çalışma grubu ve çalışma grubunun gestasyon haftasına uygun olarak rastgele seçilen 204 AGA olan bebek kontrol grubu olarak belirlendi. Major konjenital anomalisi olan ve verilerinde eksiklik olan bebekler çalışma dışı bırakıldı.Bulgular: SGA ve AGA gurubunda ortalama gestasyon yaşı (28.3±1.1–28.3±1.2, sırasıyla, p=0.94) ve doğum ağırlığı ise (769±144–1132±190 gr, sırasıyla, <0.001) idi. SGA grubunda preeklampsi ve sezaryen ile doğum anlamlı olarak daha sık, 5. dakika APGAR skoru daha düşük iken, CRIB skoru ise anlamlı olarak daha yüksek idi. SGA’lı bebeklerde surfaktan gereksinimi, orta-ağır bronkopulmoner displazi, spontan intestinal perforasyon, periventriküler displazi, prematüre osteopenisi, postnatal büyüme geriliği, mortalite ve beslenme intoleransı sıklığının anlamlı olarak daha fazla olduğu saptandı. Benzer şekilde invaziv ventilasyon ve ek oksijen gereksinim süresi, hastanede kalış zamanının SGA’lı bebeklerde daha uzun olduğu saptandı.Sonuç: Prematüre bebeklerin gebelik yaşına göre düşük doğum ağırlığı ile doğmaları, prematüre morbiditelerinin ve mortalitenin artmasına neden olur.Öğe CERRAHİ HASTALARININ DÜŞME RİSKLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ(2019) Fındık, Ümmü Yıldız; Yeşilyurt, Duygu Soydaş; Işıklı, Ayşe GökçeAmaç: Bir hasta güvenliği problemi olan düşmeler, cerrahi hastalarında ameliyat öncesi, sırası ve sonrası dönemde fiziksel, psikososyal ve ekonomik sorunlara neden olmaktadır. Bu araştırmanın amacı cerrahi girişim sürecinde hastaların düşme risklerinin değerlendirilmesidir.Materyal ve Metot: Kesitsel ve boylamsal (longitudinal) türde olan bu araştırma, Mayıs – Ağustos 2017 tarihleri arasında, bir üniversite hastanesinin göğüs ve kalp ve damar cerrahisi kliniklerinde, planlı cerrahi girişim geçiren 50 hasta ile yapıldı. Veriler hasta tanıtım formu ve İtaki Düşme Riski Ölçeği kullanılarak ameliyat öncesinde, ameliyat gününde ve ameliyat sonrası birinci günde toplandı. Verilerin analizi SPSS 20.0 programında tanımlayıcı analizler, ki-kare testleri ve Spearman Korelasyon analizi ile yapıldı.Bulgular: Hastaların %48’inin ameliyat öncesinde, %100’ünün ameliyat gününde ve %82’sinin ameliyat sonrası birinci günde düşme risklerinin yüksek olduğu belirlendi. Cerrahi hastalarının ameliyat sonrası düşme risklerinin ameliyat öncesine göre yüksek olduğu bulundu (p<0,001). Ameliyat öncesinde, kalp ve damar cerrahisi kliniğinde düşme riski yüksek olan hasta oranının (%78,9) göğüs cerrahi kliniğine göre (%29) daha fazla olduğu (p<0,05) ve ameliyat sonrası birinci günde, düşme riski ile yaş arasında pozitif yönde bir ilişki olduğu (p<0,001) belirlendi.Sonuç: Araştırma sonucunda, cerrahi hastalarının düşme risklerinin yüksek olduğu ve ameliyat sonrası dönemde arttığı belirlendi. Cerrahi hemşirelerinin hasta düşmelerinin önlenmesi için hastalara özgü önlemler almalarını önermekteyiz.Öğe BÖBREK BİYOPSİLERİNDE AKUT İNTERSTİSYEL NEFRİT ORANLARININ DEĞERLENDİRİLDİĞİ (TEK MERKEZ ÇALIŞMASI)(2019) Soypaçacı, Zeki; Korkmaz, UğurAmaç:Böbrek biyopsisi yaptığımız hastalardaki, akut interstisyel nefrit prevalansını ve klinikopatolojik özelliklerini değerlendirmeyi amaçladık.Materyal ve Metot:İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nefroloji kliniğinde 2010-2018 yılları arasında böbrek biyopsisi yapılmış 1048 natif böbrek biyopsileri geriye dönük olarak incelendi. Böbrek biyopsi sonucunda histopatolojik olarak akut interstisyel nefrit tanısı almış 42 hastanın dosyaları tarandı. Bu hastaların dosya taramalarından akut interstisyel nefrite yol açacak tıbbi hikayeleri, klinik, laboratuvar ve patolojik bulguları, aldıkları tüm tedavileri ve sonuçlarıkaydedildi.Bulgular:Merkezimizde 2010-2018 yılları arasında yapılmış tüm böbrek biyopsilerindeki akut interstisyel nefrit prevalansını %4 bulduk. Çalışmamızda akut interstisyel nefritin en sık nedeni non- steroid antiinflamatuvar ilaç kullanımı (17 hastada %40.5) olduğunu tespit ettik. 30 hasta (%71.4) steroid verildi. Steroid tedavisi alan 17 hastada (%56) ve steroid tedavisi almayan yedi hastada (%58) böbrek fonksiyonlarında tam iyileşme görüldü. Steroid tedavisi alan ve almayan gruplar arasında böbrek fonksiyonlarının tam olarak düzelmesi açısından anlamlı farklılık tespit edilmedi (p=0.651). Hastaneye kabul sırasında 12 hasta (%28.6) akut hemodiyaliz ihtiyacı gösterdi ve bu hastaların hepsi steroid tedavisi aldı. Akut hemodiyaliz ihtiyacı olan hastalardan sekiz hastamız (%19.0) kronik hemodiyaliz programında kaldı. Akut interstisyel nefrit tanısı konulduktan 3 ay içerisinde iki, sonraki sekiz yıllık takip süresinde de altı olmak üzere, toplam sekiz hastamız (%19) eksitusoldu.Sonuç:Çalışmamızdaki akut interstisyel nefrit prevalansı diğer çalışmalar ile benzer bulundu. Çalışmamızda en sık etiyolojik sebep ilaçlardı. Özellikle de non-steroid antiinflamatuvar ilaçlar ilk sırada yer aldı. Bu nedenle tüm hastalarda özellikle ilaç anamnezi iyi sorgulanmalıdır. Öncelikle, akut interstisyel nefritin altında yatan etiyolojik nedendüzeltilmelidir.Öğe GAZİOSMANPAŞA TAKSİM EĞİTİM ARAŞTIRMA HASTANESİ AİLE HEKİMLİĞİ POLİKLİNİĞİNE BAŞVURAN ERİŞKİN BİREYLERDE RİSK DEĞERLENDİRME SKORLAMA SİSTEMİ KULLANILARAK TİP 2 DİYABET RİSKİNİN TARANMASI(2019) İğci, Muhammet Ali; Basat, OkcanAmaç: Bu çalışmada ADA (Amerikan Diyabet Birliği) diyabet risk belirleme anketi kullanarak Gaziosmanpaşa Taksim Eğitim Araştırma Hastanesi Aile Hekimliğine başvuran erişkin hastalarda tip 2 diyabet gelişme riskinin belirlenmesi, yüksek riskle ilişkili etmenlerin belirlenmesi ve ADA tip 2 diyabet risk belirme testinin uygulanabilir olduğununun değerlendirilmesi amaçlandı.Materyal ve Metot: Çalışmaya Mart 2017 – Eylül 2017 tarihlerinde diyabet tanısı almamış, gebe olmayan 18 yaş üstü 3131 hasta katılmıştır. Çalışma verileri katılımcılarla yüz yüze uygulanan anketler ve ölçümlerle elde edilmiştir. Tip 2 diyabet riskinin belirlenmesi için ADA tip 2 Diyabet Risk Test Anketi kullanılmıştır. Sayısal verileri içeren soruların analizinde ortalama ve standart sapma, frekans ve oran değerleri, nitel verilerin analizinde ki-kare testi kullanılmıştır.Bulgular: Çalışmada katılımcılardan tip 2 diyabet riski yüksek olanların oranı %32 olarak bulunmuştur. Bu çalışmada yapılan analizlerde ileri yaş, obezite, gestasyonel diyabet varlığı, birinci derece yakınlarında diyabet varlığı, hipertansiyon varlığı, fiziksel inaktivite ve kronik hastalığa sahip olma durumunun tek başına tip 2 diyabet riskini arttırdığı belirlenmiştir. Diyabet riski yüksek olan kadın ve erkek bireylerin düşük olanlara göre eğitim düzeyi ve gelir düzeyi daha düşük saptanmıştır.Sonuç: ADA tip 2 diyabet risk skoru diyabet riskini belirlemek için kullanılması uygun ve kolay uygulanabilir bir skorlamadır. Türkiye’de sağlık kuruluşlarında ADA tip 2 diyabet risk skorunun kullanılması, riskli bireylerin saptanması ve izlenmesi sağlanmalıdır.Öğe ERİŞKİN İDİYOPATİK TROMBOSİTOPENİK PURPURALI HASTALARDA IL-10 VE IL-17 GEN POLİMORFİZMİ(2018) Tat, Tuğba Songül; Yılmaz, Mustafa; Alver, Ahmet; Bayçelebi, GülşahAmaç: İnterlökin 10 (IL-10) ve interlökin 17 (IL-17) sitokin genpolimorfizmlerinin otoimmün birçok hastalıkta araştırıldığı vebazılarında anlamlı sonuçlar bulunduğu, ancak idiyopatiktrombositopenik purpuralı (ITP) hastalarda IL-10 ve IL-17 genpolimorfizmleri ile ilgili yayınlanmış az sayıda çalışma olduğugörülmüştür. Bu çalışmada erişkin ITP hastalarında IL-10 (-592A/C) ve IL-17 (A126G) gen polimorfizmi ve bu sitokinlerin serumdüzeylerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.Materyal ve Metot: 50 ITP’ li hasta ve 51 sağlıklı kontrol grubundaIL-10 (-592 A/C) ve IL-17 (A126G) gen polimorfizmleri, DNAizolasyonu yapıldıktan sonra belirlenmiş ve bu sitokinlerin serumdüzeyleri ELİSA yöntemi ile aynı hasta grubunda toplam 32hastada ve 32 sağlıklı kişide ölçülmüştür.Bulgular: Hasta ve kontrol grupları arasında IL-10 (-592 A/C) ve IL17(A126G) gen polimorfizmleri dağılımı açısından istatistikselolarak anlamlı fark bulunmazken, serum IL-10 düzeyleri ITP’lihastalarda sağlıklı bireylere göre istatistiksel olarak anlamlıderecede yüksek bulunmuştur (p=0,003). Serum IL-17 düzeyleri isehasta ve kontrol grubunda benzer bulunmuştur. Ayrıca gruplararasında yaş, cinsiyet, tedavi cevabı, tanı anındaki trombositdeğerleri karşılaştırılmış ancak gruplar arasında istatistiksel olarakanlamlı fark saptanmamıştır.Sonuç: Çalışmamızda ITP’li hastalarda sağlıklı kişilere göre IL-10 (-592 A/C) ve IL-17 (A126G) gen polimorfizmleri sıklıklarının farklıolduğu saptanmamış ancak IL-10 düzeyleri ITP’li grupta yüksekbulunmuştur. Sitokinlerin ITP’nin tanı ve takibindeki öneminiaçıklığa kavuşturabilmek için literatürdeki veriler de dikkatealındığında bu alanda daha geniş hasta içeren çalışmalara ihtiyaçolduğunu düşünmekteyiz.Öğe INVESTIGATING ASSOCIATED FACTORS BETWEEN ADMISSION TO PEDIATRIC EMERGENCY AND REFERRAL TO INTENSIVE CARE UNIT: A RETROSPECTIVE COHORT STUDY(2020) Sünnetçi, Eda; Kıbrıs, Aslı; Durankuş, FeritAim: We aimed to evaluate the patients who were admitted to Pediatric Emergency Department regarding the ratio of referral to Intensive Care Unit (ICU), and the relationship between the time of waiting in Emergency Department and the length of stay in Intensive Care Unit between January 2013 and December 2018.Materials and Methods: The patients’ records who were admitted to our Pediatric Emergency Department between January 2013 and December 2018 were evaluated retrospectively. The referrals to Neonatal and Pediatric ICU were evaluated. Due to the absence of an Intensive Care Unit in our hospital, we compared the duration of referral to ICU and length of stay in ICU.Results: The total number of patients who were admitted to Emergency Service was 673023, the number of the patients referred to ICU was 1327, 302 of these patients were referred to the Pediatric ICU (PICU), and the rest of them were referred to Neonatal ICU (NICU). While 47.35% of the patients who were referred to the PICU presented with respiratory tract diseases, 19.86% had neurological causes, 13.9% were intoxications, and 7.8% were gastrointestinal causes. 28.78% of the patients who were referred to the PICU had an accompanying chronic disease at the time of admission. Mean duration of referral to the PICU was 8.4 ± 6.3 hours. The length of stay of in PICU in 2017 and 2018 was investigated by asking on the phone (n = 122), and the mean length of stay of the patients in the PICU was 5.18 ± 2.1 days. There was no statistically significant correlation between the duration of referral to the ICU and the length of stay in the PICU (p; 0.089), whereas in 54 patients who presented to the emergency department due to respiratory distress and had no underlying chronic disease, there was a statistically significant correlation between the duration of referral to ICU and the length of stay in ICU (p: 0.012).Conclusion: The number of Pediatric Emergency Department admissions is very high in our country and most of these patients present with respiratory complaints. 0.19% of the patients who were admitted to the emergency service were in need of intensive care. Patients who had no underlying disease and who needed intensive care for respiratory distress were shown to have a shorter length of stay, andtheir referrals were faster. These patients should be referred to intensive care units without delay in the emergency service. As a conclusion, there is a need for more PICU in our country.Öğe Romatoloji Gözünden Sarkoidoz: Üç Yıllık Deneyim(2024) Gökten, Dilara Bulut; Mercan, RıdvanAmaç: Bu çalışmanın amacı romatoloji gözüyle sarkoidoz hastalığına ışık tutmak ve romatolog gözüyle sarkoidozun daha iyi anlaşılmasını sağlamaktır. Gereç ve Yöntem: Romatoloji polikliniğine 2020-2023 yılları arasında eklem şikayetleri ile başvurarak izlemde sarkoidoz tanısı almış veya halihazırda sarkoidoz tanısı mevcut olup hastalık seyrinde eklem şikayetleri mevcut olan hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Bulgular: Hastaların hepsinde (%100) eklem tutulumu görüldü. Tutulan eklemlere göre hastalar gruplandırıldığında 17 hastada ayak bileği (%60,7) tutulumu, altı hastada metakarpofalangeal (%21,4) eklem tutulumu, dört (%14,2) hastada el bileği tutulumu, üç (%10,7) hastada diz tutulumu, bir (%3,5) hastada omuz tutulumu tespit edildi. Sonuç: Sarkoidoz primer olarak göğüs hastalıklarını ilgilendiriyor gibi görünse de, romatoloji gözünden de heterojen doğası ve eklem tutulumlarıyla oldukça kafa karıştırıcı ve şaşırtıcı bir hastalıktır. Romatoloji pratiğinde akılda tutulması ve üzerinde daha fazla çalışma yapılması gereken hastalıklardan biridir.